Namık Kemal’de Batı Algısı
Ali Şükrü ÇORUK •Namık Kemal’i aşırı bir Batı hayranı, Batı’nın bütün değerlerini gözü kapalı onaylayan şuursuz bir Türk aydını olarak düşünmek yanlış. Çünkü ona göre Batı medeniyetinde bizim için faydalı olan şeyler yanında “bin türlü zarar, bin türlü hicabı icab edecek sahte şeyler de” bulunmaktadır.
Evliya Çelebi’den Namık Kemal’e
Tanzimat’tan sonra Türk aydını ve devlet adamı Batı karşısında önemli bir tavır değişikliğine gitmişti. Klasik dönemde devletin büyüklüğünden ve her alanda üstünlükten hareketle insanımızın Batı karşısında kendisine güvenen bir tavrı vardı. Bu kendine güvenin tesiriyledir ki Batı ve Batılılar’la ilgili değerlendirmelerde hep bir küçümseme tavrı söz konusuydu. Bu tavra örnek olarak Evliya Çelebi’nin 17. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’ya yaptığı seyahat sırasında Avusturya İmparatoru’nu tasvir etmesini gösterebiliriz:
“İnsan her şeye kadir olan Allah’ın gerçekten onu bir insan olarak yaratmak isteyip istemediğine şüphe edebilir… Allah’ın takdiri dolayısıyla şişe biçimli, üstten Mevlevî kepi veya yaban armudu gibi çıkıntılı bir başı vardır bu adamın. Alnı tahta gibi düz, kalın siyah kaşları birbirinden ayrıdır. Bu kaşların altında yer alan, daire gibi yuvarlak, siyah kırbaç izleriyle çerçeveli parlak kahverengi gözleri, boynuzlu bir baykuşun göz yuvaları gibi ışıldar. Yüzü tilki gibi uzun ve keskin, kulakları çocuk terlikleri boyutunda, ham bir üzüm gibi parıldayan kızıl burnu ise bir Mora patlıcanı kadar büyüktür.”
Görüldüğü üzere imparatora insanî bir değer atfetmeyen Evliya Çelebi’de şüphesiz bir abartı söz konusudur. Ancak bu abartı mevcut bakış açısını perçinleme vazifesi görüyor. Avrupa karşısında gururunu muhafaza eden Evliya Çelebi Avusturya’da bizzat müşahede ettiği teknik gelişmeler üzerinde de durmaz, hatta onları şeytan işi, garip ve acayip nesneler diye nitelendirir.
Daha sonraki dönemlerde Avrupa karşısında alınan yenilgiler ve toprak kayıpları yavaş yavaş dikkatlerin Batı’ya yönelmesine sebep olur. 1683 yılında yaşanan II. Viyana bozgunu ile 1699 yılında imzalanan Karlofça Anlaşması imparatorluk tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıydı. Osmanlı bu anlaşmayla toprak kaybına uğramakla kalmamış aynı zamanda Avrupa karısındaki prestijini de yitirmeye başlamıştı. Güç dengesinin Osmanlı aleyhine değişmesi Batı karşısında uyanan merakın başlıca sebebiydi. Cevabı aranan soru açıktı: Nasıl oldu da yüzyıllardır üstünlüğümüzü kabul ettirdiğimiz Batı bugün bizi altedebiliyor? Bu soru öncelikle askerî alanda cevaplandırılacaktı. Nitekim Osmanlı Modernleşmesi’ne baktığımızda Batılılaşma çabalarının ilk olarak ordudan başladığını görüyoruz. Devlet Avrupa’dan kendisine yöneltilen tehdidi yine onun silahlarıyla savma çabası içersindeydi. III. Selim döneminde askerî konulara verilen ağırlığı, Yeniçeri Ocağı’nı muhafaza etmekle beraber yeni bir ordu kurma teşebbüsünü hep bu çerçevede düşünmek gerekir. Ancak uzun bir geçmişe sahip olan ve adeta devletin aslî unsuru sayılan Yeniçeri Ocağı, bu gelişmelerden memnun değildi. Orduda geleneksel usullerin terk edilip Batı tipi talim sistemine geçilmesini “Frenkleşmek” olarak değerlendirerek ayaklandı. Neticede III. Selim yaptıklarının karşılığını canıyla ödedi. Ardından gelen II. Mahmud ise Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmadan devlet bünyesinde Batılı mânâda bir hamle yapmasının imkânsızlığını gördü. Bunu tek başına gerçekleştiremeyeceğini bildiğinden halkın ve bürokrasinin desteğini arkasına alarak ocağı kaldırdı. II. Mahmud döneminde ocağın ilgasından sonra hız kazanan yenilik hareketleri orduyla sınırlı kalmaz, devlet sisteminden kılık kıyafete kadar geniş bir sahaya yayılır. II. Mahmud, imparatorluk tarihinde en radikal değişikliklere imza atan padişah olarak anılır.
Abdülmecit döneminde 1839 yılında Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’nın gayretleriyle ilan edilen Tanzimat Fermanı ise devletin yönünün bundan sonra Batı’ya çevrildiğini padişahın dilinden herkese ilan eden resmî bir belgeydi. 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı’yla da gayr-i müslim unsurları nitelemek için kullanılan geleneksel deyimler devlet yazışmalarından çıkarılacak, halkın tabiriyle “gavura gavur demek” yasaklanacaktı. Yani Evliya Çelebi Tanzimat döneminde yaşasaydı ve yukarıya aldığımız parçayı bu dönemde yazmış olsaydı her hâlde başı sıkıntıya
girecekti.
Tanzimat döneminde devletin bünyesinde ve sosyal hayatta gerçekleştirilmeye çalışılan yenileşme çabaları Batılaşma, Batılılaşma olarak adlandırılmaz. Yapılan yenilikler ve ortaya konulan teklifler “usul-i medeniyet” yolunda atılan adımlar olarak sunulur. Yani insanca yaşama, insanlığın gerçekleştirdiği ilerlemelerden yararlanma (terakki) ve bu ilerlemeleri Osmanlı İmparatorluğu’na kazandırma gayreti söz konusudur. Böyle yapılmakla aynı zamanda devlet de yıkılmaktan kurtarılacak, bir şekilde parlak dönemlere dönüş yapılacaktı. Bu yolda aranan meşruiyet zemini ise şer’i şerif, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de bulunmaya çalışılacaktı.
Tanzimat döneminde gerçekleştirilmeye çalışılan yenilikleri halka anlatmak, bir bakıma bu konuda halkı ikna etmek noktasında bir aydın sınıfına ihtiyaç duyulmuştu. Geleneksel değerlere ve yaşam biçimine sıkı sıkıya bağlı olan halkın kendisine sunulan her yeniliği kabul etmeyeceği, bu yeniliklere en azından mesafeli davranacağı açıktı. Geçmişte yaşanan kanlı tecrübeler bunun en bariz göstergesidir. Bu zorluğu gören Mustafa Reşid Paşa, yapılanların başarılı olması için devletle halk arasında bir nevi arabuluculuk vazifesi ifa edecek yeni bir aydın sınıfı oluşturma çabası içine girdi. Yeni Türk Edebiyatı’nın öncülerinden olan Şinasi, Mustafa Reşit Paşa’nın desteklediği, tahsil görmesi için Avrupa’ya gönderdiği aydınlardan birisiydi. Bu aydınların halkla iletişim sağlayacağı en önemli vasıta ise gazeteydi. Şinasî’nin Agâh Efendi ile 1860 yılında tesis ettikleri ilk sivil gazetemiz olan Tercüman-ı Ahvâl böyle bir çabanın ürünüdür. Şinasî kısa süre sonra tek başına Tasvir-i Efkâr’ı çıkaracaktı.
Namık Kemal’de Batılılaşma düşüncesi
Şinasi’nin yeni tarzda kaleme aldığı “Münacat” adlı şiirini okuduktan sonra 1862 yılından itibaren onun yanında Tasvir-i Efkâr Gazetesi’nde çalışmaya ve yazı yazmaya başlayan Namık Kemal, Türk Edebiyatı’na Batılı bir çehre kazandırma çabası içine girer. Eski edebiyattan tamamen uzaklaşır, başta vatan olmak üzere yeni fikirler etrafında şiirler yazar. Bununla birlikte Namık Kemal’in Avrupa’yı yakından tanıması 1867 yılından sonradır. Bu tarihte Bab-ı Âli’nin yönetimini elinde tutan Âli ve Fuad Paşalara muhalif Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleri devlet tarafından bir şekilde İstanbul’dan uzaklaştırılmak istenmiş, aralarında Namık Kemal’in de bulunduğu pek çok kişi Avrupa’ya kaçmayı tercih etmişti. 1870 yılına kadar Fransa ve İngiltere’de kalan Namık Kemal hem gazetecilikle uğraşır hem de Avrupa’yı özellikle İngiltere’yi bütün yönleriyle tanıma çabası içine girer.
Namık Kemal, Avrupa medeniyeti hakkındaki izlenimlerini yurda döndükten sonra gazetelere yazdığı yazılarda dile getirdi. Bilim ve teknikteki ilerlemeler ışığında oluşturulmuş şehirler, ulaşım vasıtaları, hız, “saat çarkı gibi işleyen” hayat tarzı tıpkı diğer aydınlarda olduğu gibi Namık Kemal’i de adeta büyülemişti. Terakki, medeniyet, ilerleme fikri üzerinde durduğu en önemli hususlardandı. Öyle ki bu kavramlar onun dilinde bir ideolojik slogan hâlini aldı. Medeniyet insanca yaşamak demektir. O dönemde medeniyetin bayraktarlığını Avrupa yapmaktadır. Dolayısıyla, İmparatorluğun yıkılıştan kurtulması için kendisine Avrupa’yı örnek alması gerekir.
4 Kasım 1872 tarihinde İbret’te yayınlanan “Terakki” makalesi, Namık Kemal’in Avrupa medeniyeti hakkındaki düşüncelerini en geniş şekilde ele aldığı makaleydi. Onun Londra özelinde Avrupa Medeniyeti hakkındaki düşüncelerini şu şekilde özetleyebiliriz.
Parlamento: Namık Kemal’e göre Londra insanlığın bu zamana kadar ortaya koyduğu ilerlemenin sembol şehridir. Dünya üzerinde ilerleme namına ne varsa Londra’da görmek mümkündür. Londra’yı anlatırken “koca Parlamento binasıyla” işe başlayan Namık Kemal’in bu girişi anlamlı. Çünkü meşrutiyetin simgesi olan parlamento binası, Namık Kemal ve arkadaşlarının Türkiye’de görmeyi arzu ettikleri sistemi temsil ediyordu. Namık Kemal bu işaretiyle İngiltere’deki ilerlemenin siyasî yapıyla ilgili olduğunu vurguluyordu. Yani İngiltere halkın yönetimde söz sahibi olduğu parlamenter rejim sayesinde medeniyetin nimetlerini elde etmişti. İçinde halkın seçtiği “mümtaz” milletvekillerinin dâhil olduğu siyasal partiler eliyle devamlı surette milletin yararına kanunlar çıkarılan parlamento binası aynı zamanda hür düşüncenin sembolüydü.
Adalet mekanizması: Namık Kem-al’e göre İngiliz adalet sistemi o kadar mükemmeldir ki, bir İngiliz mahkemeye düşse hâkimlere babasından daha fazla güvenir. Fakir davalılar için avukat masrafını devlet karşılar. Mahkemede davası görülen kişi bir katil de olsa kendisine “efendi” sözünden aşağıda bir tabirle hitap edilmez.
Eğitim-öğretim: İngiltere’de okul çocukları “büyümüş de küçülmüş” gibidirler. On yaşındaki çocuk yirmi otuz yaşına girmiş insanların bildiği öğrendiği malûmata sahipti. Dört işlemi, okumayı ve yazmayı okula gelmeden önce evlerinde aldıkları eğitimle halletmişlerdi. Ortaokul çocukları teneffüs zamanlarında gazete okurlar, böylelikle dünyanın gidişatından haberdar olurlar. En alt seviyede çalışanlar bile meslekleriyle ilgili bilgilerle kendilerini donatmaya çalışırlar. Botanik bahçesi, müzeler ve rasathaneler dünyayı ve kâinatı Londra’ya sığdırmış gibidir. Kütüphaneleri ise kitap bakımından çok zengindir. Pek çok dile ait yüzbinlerce kitabı bu kütüphanelerde bulmak mümkündür. Kitapların çoğu hayırseverler tarafından bağışlanmıştır.
Ticaret: Piyasada yer alan altın gibi değerli madenlere bakılsa dünyanın bütün defineleri, hazineleri Londra’da toplanmış gibidir. Ticaret hayatına sürat egemendir. O kadar ki para bir gün içinde sekiz on kere el değiştirebilir. Londra’da cereyan eden mal nakliyatına bakılınca sanki dünyanın bütün ihtiyacı buradan gideriliyor gibi bir manzara söz konusudur. Şehir ulaşım araçları bakımından çok zengindir. “Nehir altında muntazam çarşıları, hava yüzünde mükemmel köprüleri var”dır. Devamlı bir seyr-ü sefer söz konusudur. “Fabrikalarına girilse dehşetten vücuda tüyler ürperir”. Maden arayıp bulmakta ve çıkarılan hammaddeleri işlemekte oldukça ileri gitmişlerdir.
Halkın iyilikseverliği, çalışkanlık: Londra halkı iyilikseverdir. Çoğu zengin öldükten sonra mallarının ve paralarının fakirlerin yararına çalışan kuruluşlara verilmesini vasiyet etmektedir. Aynı şey Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve Amerika’da da söz konusudur. Çalışmayı bir hayat tarzı olarak seçmişlerdir. Boş durmayı sevmezler. Zengin bir kişi seksen yaşında olduğu hâlde her gün mağazasına gider gelir. Varlıklı olmasına rağmen “aylıklı bir hizmetkâr gibi”
işinin başındadır.
Emniyet ve asayiş: Londra sokaklarında asayişsizlik söz konusu değildir. Burada görev yapan kolluk kuvvetlerinin yapacak çok az işi vardır.
Şüphesiz Namık Kemal’in Londra özelinde Avrupa Medeniyetiyle ilgili anlattıkları yer yer abartı sınırlarını zorluyor. Ancak onun böyle davranmasının bir amacı vardı: Osmanlı kamuoyunun dikkatini Avrupa’daki gelişmelere çekmek ve Batı Medeniyeti’ne karşı toplumda var olan ön yargıları azaltmak. İmparatorluğun krizden kurtulması için Avrupa’daki gelişmelere kayıtsız kalınmaması gerektiğine inanan Namık Kemal bu konuda toplumu ikna etmek için dilin bütün imkânlarını kullanmak yoluna gider.
Avrupa Medeniyetine olumlu bir gözle bakan Namık Kemal, yazısında nadiren bu medeniyetin yanlış bulduğu yönlerine de değinir: Borsa spekülasyonlarıyla elde edilen kazançlar, İngiltere’de soylu sınıfına tanınan imtiyazların devam etmesi gibi.
Batı’nın Doğu algısına tepki: “Avrupa Şark’ı bilmez”
Namık Kemal’in “Terakki” makalesine bakarak onu aşırı bir Batı hayranı, Batı’nın bütün değerlerini gözü kapalı onaylayan şuursuz bir Türk aydını olarak düşünmek yanlış olur. Başta da belirttiğimiz gibi o sadece Batı’nın bilim ve tekniğinin Osmanlı İmparatorluğu’na ithaline taraftardır. Batı’dan alınması gereken şeyler konusunda bir seçmece yapılması gerektiği kanaatindedir. Başka bir deyişle “bize lâzım olanın peşindedir”. Çünkü Batı Medeniyeti’nde bizim için faydalı olan şeyler yanında “bin türlü zarar, bin türlü hicabı icab edecek sahte şeyler de” bulunmaktadır.
Namık Kemal’in Batı karşısındaki konumunu tespit etmemize olanak veren bir özelliği de devrinde Osmanlı İmparatorluğu ve İslam dini hakkında Batılı fikir adamları tarafından dile getirilen suçlayıcı ve aşağılayıcı görüşlere karşı çıkmasıdır. Avrupa’da Osmanlı aleyhine yapılan neşriyatın gerçeklerden uzak, ön yargıya dayalı ve tamamen taassup eseri olduğunu söyleyen Namık Kemal, “Avrupa Şark’ı bilmez” diyerek bu konudaki görüşünü ortaya koyar. Aynı şekilde Fransız düşünür Ernest Renan’ın İslamiyet aleyhine verdiği konferansın metnini okuduktan sonra onun düşüncelerine karşı İslamiyet’i savunan “Renan Müdafaanamesi”ni kaleme alır. Üstelik bu metni İstanbul’dan uzakta, bir nevi sürgün sayılabilecek Midilli Mutasarrıflığı sırasında 1883 yılında zor şartlarda yazar. Yazar, Avrupa medeniyetini takdir etmekle birlikte Avrupa’dan bize yöneltilen haksız saldırılar karşısında durmasını da biliyordu. Fakat ne yazık ki daha sonraki dönemlerde onun yolundan gittiğini söyleyen pek çok aydın, kültürümüze ve medeniyetimize Avrupa’nın görüşleri doğrultusunda bakma gayreti içinde olacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder