6 Eylül 2012 Perşembe

Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl BENZERLİK

Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl-1 (Himmet UÇ)

bediuzzamannamikkemal Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl 
1Namık Kemal ile Beiüzzaman arasında davaları, hissiyatları, mücadeleleri yönünden birçok benzerlik vardır. İki insan da geri kalışımız yüzünden huzursuz ve ne yapmalı gibi soruları hayatları ile cevap arayan kimselerdir. Namık Kemal yüz elli senedir devletin dertlerini benimsemiş bir ailenin oğlu idi. Babadan babaya ta Topal Osman Paşaya kadar büyük cedleri iktidar mevkiinin büyük işlerine karışmışlardı. Namık Kemal onların siyasi hummalarına varisti.
Bediüzzaman ise, dinin karşısında örgütlü olan batının ve batı düşüncesinin saldırgan tutumu karşısında bir şey yapmaya iktidarı olmayan doğu düşüncesinin hezimetini düzeltmeye çalışıyordu.
HAYATINI KUR’AN SAVUNMASINA ADAYAN ZAT
Kur’an’ın Müslümanların elinden alınması lazım geldiği konusunda radikal düşünceli İngiliz devlet adamının tutumuna, Kur’an’ın anlaşılması için gerekeni yapacağı konusunda kendine söz veren büyük bir ahid sahibi idi. Her iki insan da bir gidişten üzgündüler, ama bir şey yapacak iktidarları da vardı. Bediüzzaman bütün hayatını tahsil çağlarını hatta bize göre çocukluk sayılacak ona göre yine büyük deha olan küçüklük yaşlarını bile ilme ve yeterli bir Kur’an savunmacı olmaya harcadı. Hayatı taş taş İslamı savunmak için geçti, günün birinde bu görevini Barla’ya sürgün edildiğinde yerine getirmeye başladı. 1960 yılında öldüğünde “küfrün bel kemiğini kırmış” bir inanılmaz büyük adam olarak öldü.
O devleti kurtarmak gibi zahiri bir iddia ile değil dini ve özellikle imanı kurtarmak için çabaladı, ama onu kurtarınca öteki de kurtulacaktı, önemli olan tarlaya suyu dağıtmaktı, o da eserleri ile iman güneşi ve ibadet suyu dağıttı bütün dünyaya, gittiği her yeri yeşertti ve büyük insanlar ortaya çıkarttı. Bugün onun sayesinde Anadolu toprağı ve bütün dünya kökten tepeye büyük bir değişim içine girdi.
Namık Kemal 21 Aralık 1840 ‘da Tekirdağ’da doğdu. Bediüzzaman 1876’da Nurs’ta doğdu. Namık Kemal 1888 de öldüğünde Bediüzzaman on iki yaşlarındadır. Otuz altı haneli ve iki yüz elli nüfuzlu Nurs köyünü Nurs Deresi suları ile ikiye ayırmakta, dağların yamaçlarında basit ve kerpiçten evler sıralanmaktadır. 1876 yılı baharında bir seher vakti Nurs Köyü’nün kıbleye bakan yamacındaki kerpiç duvarlı ve toprak damlı evlerinden birinde bir çocuk dünyaya geldi. Bediüzzaman “Ben şefkat dersini annemden, hizmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım.” (Necmettin Şahiner, 41) demiştir.
Namık Kemal’in babası Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey’dir, Bediüzzaman’ın babası ile Sofu Mirza’dır. Namık Kemal Osmanlı Aristokrasisi içinde bir ailenin çocuğu iken Bediüzzaman bir Anadolu köylüsü idi, her köylünün yaşayışı onun da hayatıydı.
Her ikisi de hakperesttir, haksızlığa karşı tavır alırlar.
Namık Kemal’in dedesi Sofya’da vali iken, valiliğe girenlerden yönetim para alır, Namık Kemal daha küçüktür ve dedesine bu yapılanın haksızlık olduğunu söyleyerek onu eleştirir.
Bediüzzaman da hakperesttir, onun hayatı sayısız hakperestlik örnekleri ile doludur. Hayatı Hakk’a saldıranların önünde inanılmaz bir sed gibi geçmiştir, herkes aşılmış ama o hiçbir zaman ne eğilmiş ne de aşılmıştır.
DİN-BİLİM-GÖZLEM-YORUM-SEVGİ-MUHABBET-İBADET BİRLEŞİMİ
Küçükken medreselerdeki eğitimin insan kişiliği ve bilgi alışı açısından baskıcı olduğunu kabul eder, insana daha hürmetkâr bir eğitim tarzı için mücadele verir. Klasik medrese tahsili içinde her zaman tavrını koyar, kabul görmese de yine o tutumunu devam ettirir. Yıllar sonra geliştirdiği bütün hayatın genel alanlarına göndermelerde bulunan bir özel eğitim tarzıdır. Risale-i Nur, okuma ve yorumlama tarzı isteyenlerin fahri olarak katılığı bir özel eğitim kurumudur, isteklilerin önüne yeni kapıların açıldığı bir eğitim tarzıdır. Herkesin içindeki okuma zevkine göre yer aldığı ve zevk almanın sonunda eğitici olduğu bir görülmemiş mekteptir Risale-i Nur ve okumalar mektebi.
Bin yıldır Hıristiyan ve Müslüman eğitim kurumlarının ortaya koyamadığı din-bilim-gözlem-yorum-sevgi-muhabbet-ibadet sıralı büyük inkılâbı yapmıştır. Kilisenin ve Caminin dayanamadığı materyalizmi darmadağın edip bütün dinlerin beklediği adam olmuştur.
Namık Kemal de eğitime yeni yönelimler getirme gayreti vardır. Onun de eserleri yasaklıdır, okuyanlar hakkında ceza uygulanır. Harb okullarında, yeni mekteplerde, liselerde onun yaşadığı dönemde eserlerini okumak yasaktır, hatta kitapları yakalatanların okuma hakkına son verildiği de olmuştur.
Namık Kemal de Bediüzzaman da çok yönlü eleştirmendir.
Edebi, siyasi, dini, toplumsal birçok alanda eleştiriler yaparlar. Hatta onların hayatı eleştirel bir hayattır denebilir. Onlar gazete kürsülerinde sadece eleştiren rahat entelektüel, eli sıcağa değmemiş, tatlısu eleştirmenleri değildirler. Eleştirdikleri gibi, eleştirinin doğurduğu düşmanlıkları da göğüslemişlerdir.
Bediüzzaman dini dolayısı ile ilahi kurumları sarsan küfrü ve materyalizmi, ilmi ve tabiatçılığı eleştirmiştir.
Namık Kemal devletin işleyişini, hayattan kopuk edebiyatı, yalaka aydınları, rahat döşeğindeki yastığa yorgana ve rahata mağlup aydınları eleştirir. “Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz” derken menfaat gördüğü yere mitili atan aydınları eleştirir.
Yasak, hapis, tecrit, sürgün, zulüm hem Namık Kemal’in hem de Bediüzzaman’ın hayatının en önemli öğeleridir. Onların kişilikleri bu saydığımız şeyleri bir yayığın içinde maruz kalmışlardır, oradan oraya itile kakıla büyük adam olmuşlardır. Zulüm ve sürgün onların gıdası olmuştur.
Tahsilleri otodidakt bir tarzdadır, her ikisi de özel eğitim ve kendi gayretleri ile kendilerini eğitmişlerdir. Namık Kemal’in resmi tahsili bir yıldır, Dedesi Abdüllatif paşanın yanında özel öğretim aldı. Her iki insanın önemli yönü sormak, araştırmak ve öğrenmektir.
SİZ DE BENİM GİBİ TALEBESİNİZ
Küçük Said amirane söylenen en küçük bir söze tahammül edemez, çok izzetlidir. Anlayış ve idraki fevkaladedir. Medreselerde intibak edemeyince büyük biraderi Molla Abdullah’ın haftada bir gün köye geldiği zaman ondan ders aldı. Her zaman merdane tavırları ile dikkat çekerdi. Annesi Said’e hamile kalınca abdestsiz yere basmaz ve onu bir gün olsun abdestsiz emzirmez. (N Ş 51) Hocalarının bile tahakkümüne baş kaldırır. Kendini eleştiren Mehmet Emin Efendi’ye “Efendim bu medresede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur.” (N Ş 52)
Abdurrahmanı Taği talebelere dikkat eder ve “Bu Nurs’lu talebelere iyi bakın, bunlardan biri Din-i Mübin-i İslamı ihya edecek. Fakat hangisidir ben de bilmiyorum” der. (N Ş 54)
Her ikisi de muhalifti.1865’te Şinasi’nin Paris’e gitmesi üzerine Tasvir-i Efkâr’ı tek başına devam ettirdi. Yazıları idareyi eleştirdiği için gazete kapatıldı. 1867’de Ziya Paşa ve Ali Suavi ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da muhalefet gazetesi olan Hürriyet’i çıkardı. (1868)
Bediüzzaman siyasetle uğraştığı zamanlarda dahi genel kanonun dışında eğitim için koştu, yoksa siyasetle klasik anlamda uğraşmadı, ne yöneten, ne yönetilen, ne de kötü yönetim değil, her dönemde eğitimi ıslah yeni bir eğitim tarzının peşinde koştu. Namık Kemal ise hep siyasi düşündü, kötü yönetim ve yönetilmeyi eleştirdi, vezirlerle, padişahlarla savaştı.
Bediüzzaman tahsil yıllarında eğitim uygulamaları ve ulema aristokrasisini beğenmedi, insanı kenara iten, mantık ve muhakemeye sırt çeviren yapısından dolayı yeni bir yapıyı tesis etmek istedi. Bu dönemlerde karşısında bir uygulama vardı, daha sonraki yıllarda ise muhalefeti ilmin işleyişindeki hantallıktı, yeni bir din algılama ve ilimler tahsili için çabaladı. İstanbul’a gittiğinde imparatorluğun en büyük yeniliği dini algılamada ve eğitimde yapması gerektiğini bilfiil gördü. Dini algılama ve yorumlamadaki farklılığını göstermek için ulemaya kendini ispat etmek niyeti ile her soruya cevap verdi.
Padişah ve çevresindeki donmuş değerlendirme tarzları ile karşılaştı, anlaşılmadı, tımarhaneye kadar gönderildi. Çünkü o ilimde ve ulemadaki sıralamalı hareket tarzını benimsememişti, insanlar ancak bulundukları daire içinde vardılar, kimse o dairenin dışına çıkamazdı, çıkan ancak deli olarak telakki edilirdi. Bediüzzaman bütün bunları hiçe saydı, kılığı, kıyafeti, iddiacılığı, fikirleri ile doğulu olan, Hürriyeti dağların başında anlamış biri olarak padişaha nasihat etmek cüretini makul olarak telakki etti, bu o günün şartlarında inanılmaz büyük bir gaftı ama o yolundan vazgeçmedi.
İLAHİ SAN’ATI MÜŞAHEDE
Namık Kemal’in hafızası güçlüdür. Necip Fazıl anlatır: “Hafızasının harikuladeliğine misal, hocası Şakir Efendi’den bir kere dinlediği koca kasideyi hemen ezberleyivermesi. Çocuklukta bu müthiş hafıza kuvvetine ekseriyetle her büyük adamda tesadüf ediyoruz.” (N F K, Namık Kemal 31) Gözlem gücü de artar: “Tek başına geçirdiği hayal ve tahassüs anları, her tesadüf ettiği manzara karşısında hayran bir düşünce hazırlığı, çocukluğuna göre keskin bir müşahede kudreti, onun teşekkül halindeki ruh maktalarını gösterir.”( aynı eser, 31)
Bediüzzaman da gözlem ve hafıza, tedai olmadık derecede gelişmiştir, eserleri buna şahit olduğu gibi bir hatırası da bunu ortaya koyar. “1950 senelerinden sonraydı Isparta’da Üstadın hizmetinde bulunduğum zaman bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü “ve iki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahi sanatı müşahede etmekteyim” diyerek bir hatırasını anlatıyordu. Tefekkür bahsinde ise, “Kudretin mucizatını seyrediyorum” diyordu. (N Ş. 48) Mucizat-ı Kur’an’iye ve Mucizat-ı Ahmediye isimli eserlerinde bütün Kur’an tarihi, ve İslam tarihini hiçbir kaynağa bakmadan haritasından seyreder gibi okumak ve değerlendirmek, yorumlar yapmak görülmedik bir hafıza genişliğidir.
Namık Kemal, ihtilalcıydı, Belgrat ormanlarında Türkistan Erbab-ı Şebabı olarak bir ihtilal teşkilatı kuruldu arkadaşları tarafından. Onların hedefi devleti tepeden inme bir değişiklik ile yenilemekti. Ama devlet bunu haber aldı ve mensuplarını sürgünlerle cezalandırdı.
Bediüzzaman hiçbir zaman sistemi karşısına almak, ihtilal yapmak gibi bir düşüncesinde olmadı. O hadd-i zatında devletle bir kavganın içine girmedi, hep bozuk da olsa düzenin içinden düzenin yenilenmesine inandı, radikal olmadı, düzene düzenin içinde yön vermeyi düşündü. O hiçbir zaman saldırmadı, sadece kendisine saldırıldı.
NAMIK KEMAL VE YENİ OSMANLILAR
Namık Kemal, ihtilalcı idi. Devletin kötü gidişinin yukardan aşağı yapılacak ihtilalla gerçekleşeceğini düşünen bir ekibin içinde idi.”Nuri Bey Namık Kemal’i Cemiyet’e kazandırmak azmiyle evine gitti. Namık Kemal evinde bazı arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Kendisiyle görüşecek mahrem bir mesele olduğunu söyledi. Başka bir odaya geçtiler, Orada Nuri Bey kısa ve heyecanlı hatlarla davayı Namık Kemal’in önüne serdi. Nuri Bey’in anlattığı ve katılmasını teklif ettiği cemiyet şairin ruhunda bir zamandan beri kendi kendisine billurlaşan âleme aykırı gelmiyordu. Ertesi günkü görüşmede konu daha etraflı görüşüldü. Nihayet Namık Kemal Yeni Osmanlılar cemiyetine girmeye razı oldu.” (NFK 73)
Namık Kemal, Bediüzzaman’ın önünde bir tecrübe idi, onun mücadele tarzını gözden geçirdiği, eserlerini okuduğu ve onlardan yaptığı alıntılarla Namık Kemal’e bigâne olmadığı aşikârdır. İki insan da imparatorluğun badireli, fırtınalı ve iyi idare edilmediği birbirinin devamı olan dönemlerde yaşadılar. Her ikisi de iyi idare edilmeyen devletin yaptığı yanlışları görüyordu. Namık Kemal siyasi bir cemiyet ile mücadele etmeye inanmış ve Türkistan Erbab-ı Şebabı’na katılmıştı.
Bediüzzaman hiçbir zaman bir cemiyet kurmadı, hayatı boyunca mahkemelerde bir cemiyet ithamı ile yüz yüze kaldı ama hiç kimse bir cemiyet ispat edemedi, onun cemiyeti müminler arasındaki dini ve imani bağlılıklardı ki, onun ne kaydı vardı, ne aidatı, ne de sistem veya idare edilenlerle bir kavgası. Ama Namık Kemal’in davasının, idealinin yarıda kalmış ve hüsranla sonuçlanmış olması muhakkak ona bir ibret dersi olmuş, belki Namık Kemal’in tarzındaki yanlışlar onun daha sağlam adım atmasına neden olmuştur. Çünkü Bediüzzaman Türk siyasi tarihini ve tarih içindeki mücadeleci şahsiyetleri biliyor, onların tarzı dışında bir yol bulurken onların başarısızlıklarından ders alıyordu. Bediüzzaman’ın Namık Kemal ile mukayeseli literatüre com pare tarzında anlatmanın gayesi de bu idi. Sonraki dönemde Osmanlıdan daha derin bir derin devlet anlayışı vardı, Bediüzzaman’ın yaşadığı yirminci yüzyılın başından göçtüğü yıllara kadar.
BEDİÜZZAMAN VE ASR-I SAADET
Bediüzzaman kendinden önceki mücadele eden adamların nasıl ezilip büzülüp tesirsiz hale getirildiğini biliyordu. Bu yüzden adeta mücadele edenlere karşı büyük bir ezici baskı ve vehim devri olan bu dönemde o kadar büyük engelli koşu içinde yürüyüp bir davayı istediği noktaya getirme noktasından Bediüzzaman Asr-ı Saadetten sonra en büyük stratejist idi. Onun dehası yanında onunla yarışabilecek bir başkası olamaz.
Cemiyette vezirlerden, âlimlerden, askeri idarecilerden, mülkiye memurlarından, halktan olmak üzere iki yüz kırk kişi mevcut idi. Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa, yeni Osmanlıların mücadelesini seyrediyor ve hükümetin aleyhine bir mektup neşrediyordu, Genç Osmanlılar bu mektubu yayınladılar. Namık Kemal ve arkadaşları, Belgrat Kalesi’nin Sırplara bırakılması, Girit ise kaybedilmek üzere olmasından rahatsızdılar; Namık kemal hem yazıları hem de fiili teşebbüsleri ile bir ihtilal çocuğu, fedai kemal diye anılmaktadır. Ziya Paşa da Belgrat kalesinin Sırbistan’a verildiğini yaşadığı tarihi kıymetleri ve on sekiz defa düşmandan alınmış bir kale olduğunu, bu uğurda nice Türk çocuğunun kanını oluk oluk akıttığını halkı şaşırtacak ve kışkırtacak bir tarzda ortaya döküyordu. Namık Kemal ‘in yazısı olayı bir vatan olayına çevirdi. Devletin bu zayıflığı anında Mısır Valisi İsmail Paşa, sultandan sultanlık derecesinde pay koparmaya kalkan bir teşebbüste bulundu. Vali kendine aziz unvanı, arma ve para bastırma hakkı istiyordu. Devlet bu olaylar karşısında yatalak bir hastaya benzetiliyordu. Hükümet Muhbir gazetesini bir ay süre ile kapattı. Ali Suavi tevkif edildi. Kastamonu’ya sürgün edildi. Namık Kemal Erzurum vilayeti vali muavinliğine, Ziya Paşa ise Kıbrıs’a sürgün ediliyordu.
BEDİÜZZAMAN’IN SÜRGÜN YILLARI BAŞLIYOR
Bediüzzaman İstanbul’da milli mücadele lehinde çalışmaları yüzünden Ankara’ya davet edilir. 1 Haziran 1922 ‘de Ankara’ya geliyor, Ankara’da yeni kurulmakta olan devlete, devletin başkanına bir mektup yazarak, kuruluş safhasında devletin Selahattin Eyyübi gibi inşasını, Napolyon gibi inşa edilmemesini söyler. Aynı mektubu mecliste okur. Ancak Ankara’da umduğunu bulamaz, Van’a gider. 1926 baharında Van’dan İstanbul’a getiriliyor, Antalya, Burdur, Isparta ve nihayet Barla’ya getiriliyor. Bediüzzaman’ın sürgün yılları böyle başlıyor.
Risalelerin telif 1927 de başlanıp 1935’e kadar devam ediyor, çeşitli zulümlere uğrayan Bediüzzaman ve talebeleri 25 Nisan 1935’de işlerinden alınarak tevkif ediliyorlar. Ölmek için sürgün ettikleri bir büyük dehanın ortaya eserler çıkarması baştakilerin hoşuna gitmiyor katmerli zulümler başlıyor. 1935’in Nisan’ında Bediüzzaman tevkif ediliyor. Eskişehir’e götürülüyor, tecrid-i mutlakta on bir ay geçiriyor.
HAPİSHANE VE SÜRGÜN
Bediüzzaman hapishanelerde büyük eserler vücuda getirmiştir.
Kendisi anlatır : “Denizli medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli Elhüccetüzzehra olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i azamı da İsm-i Azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden Otuzuncu Lem’adır.” (Nesil 1, 797)
Sürgün, yetmemiş tutuklama, hapishane, tecrit Bediüzzaman bu büyük kumpas içinde yine eser vermiş, kendisini ispat etmiştir. Allah istedi mi zulüm, baskı, tecrit, hapis, sürgün gıdaya dönüşür, Napolyon’un dediği gibi, “ zulüm dehaların ekmeğidir” Bediüzzaman en çok zulüm gördüğü yerde en büyük eserlerini vermiştir. İmparatorluklar kurmuş, bin yıl koca bir coğrafyayı idare etmiş milleti sıradan değil adileştirmek için kurulan komiteleri yanıltmıştır Bediüzzaman. Süleyman Nazif’in dediği gibi “Nasıl zinde bir millet çıktı gördüm hasta sinenden” der. On altıncı asırdan beri oyunlarla süflileştirilirmiş Anadolu ve İslam dünyasını Bediüzzaman mayalamış ve zinde bir nesil ortaya çıkarmıştır.
Namık Kemal de artık siyasetten ümidini mecburen kestikten Magosa sürgününden sonra en fazla eser vermiştir. O günün yöneticileri onu muhalefet görevinden alıp Magosa’ya sürgün etmiştir, o da bunu bir fırsat bilerek hayatının en önemli eserlerini vermiştir.
[devamı gelecek…]

Namık Kemal de Bediüzzaman da menfaat adamı olmadılar hiçbir zaman. Onlar hayatları boyunca fikirlerinin ıstırabını çektiler, menfaatlerle sarhoş edilip eleştiri haklarını kendi elleriyle kesmediler. Kemal, Erzurum Vali Muavinliğine tayin edilir, gidiş tarihini çeşitli bahanelerle uzatırlar, özellikle para  mazeretini ileri sürerler, Ali, Fuat ve Yusuf Kamil Paşa’lar Namık Kemal’e yardım olarak atiye bile teklif etmişlerdi. Paşalardan gelecek ihsanı zarafet ve asabiyetle reddeden Namık Kemal o zamanın Meclis-i Vala başkatibi Münif Paşa’nın babası Mahmut Paşa’ya   şu mektubu gönderdi. Mektubun sonu şu cümlelerle biter: “Vükela-yı fiham (adı geçen vezirler) hazeratı tarafından inayeten tertib buyurulmakta olduğu   tebşirat-ı vakıat-ı devletlilerinden müsteban olan atiyyeye hacet kalmadı” (N F K Namık Kemal, 86) Özetle Namık Kemal bakanların kendisine vermek istediği parayı reddeder, tam bir nezaketle. Bediüzzaman da ölünceye kadar eserlerinin parası ile geçinir, kimseden ne zekat ne iane alır, yüklü miktarda paralara bile itibar etmez. Mustafa Paşa’nın getirdiği altınları reddeder, “ Sen benim zekat almadığımı bilmiyordun mu ?” der. İkisi de çok özel adamdırlar.
 Bediüzzaman ve Tanzimatçılar hem İslamcı, hem Osmanlıcı hem romantik ve klasiktirler. Türk edebiyatı içinde ekoller ve gruplar, şahsiyetler noktasında Bediüzzaman’ın fikirlerinin kısmen uyum içinde olduğu Tanzimatçılar, daha sonra bazı müstakil sanatçılar, şairlerdir. Aslında Bediüzzaman’ın bütün divan edebiyatı, halk edebiyatı, yeni Türk edebiyatı, cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının bütün şahsiyetleri ile bağlantıları vardır, fikirlerinin bu büyük muhitteki şahıslar ile parelellikleri vardır, ama az ama çok. Bu trans kritik tarzı büyük adamları anlatmak için özel bir ifade formudur.Bizde örnekleri neredeyse yoktur, buna mukayese ve karşılaştırma denmez.
Namık Kemal, Avrupa’ya kaçtıktan sonra siyasi af çıkınca İstanbul’a döndü.1870. İbret gazetesini çıkarmaya başladı, on dokuz sayı sonra gazete kapatılarak, Namık Kemal Gelibolu’ya sürüldü;orada mutasarrıf oldu.
Namık Kemal birinci meşrutiyetin ilanından sonra idareyi karşı eleştirel tavrını devam ettirir, bir jurnal üzerine tevkif edilir. Jurnalde, “Eşşeyü la yüsenna fekat yüselleş” sözü dikkati çeker. Sözün manası iki padişah hal olundu üçüncüsünün de hal olabileceğini ima eder. Altı ay tutuklu kalan Namık Kemal ikamete memur olmak üzere Midilli adasına gönderildi. İki sene Midille’de ikamet eden Namık Kemal nihayet Midilli Mutasarrıfı oldu.
Namık Kemal her şeye rağmen ümidini kaybetmez.Oğlu Ali Ekrem, Midilli’de iken babasının yanındadır, henüz on yaşındadır. “Bir gece baba oğul bir köşede otururken evde bir gürültü koptu. Merdivenlerden acele acele çıkan ayak sesleri duyuldu. Sonra odasına üç efendi girdi, bunlar kimdi, bilmiyordum. İstanbul’a gitmekte olduklarını, vapur Midilliye’ye uğradığında babamı ziyarete geldiklerini öğrendim. Gelenler milletin artık bittiğini, vatanın son nefesini vermek üzere olduğunu söylediler. Ümitsiz insanlardı. Namık Kemal dinlemekte sabır gösterdikten sonra birdenbire ayağa kalktığını , yüzü kıpkırmızı ve gözleri ateş dolu. Lafa başladığında onların bütün iddialarını ve ümitsiz ruh haletlerini çürüttüğünü, tarihten ve felsefeden birçok misal getirerek vatanın ölmeyeceğini , mutlaka yaşayacağını ifade etti. “Bu vatanın hayatına firavunlar bile   kastedemez. Bu milleti şeytanlar bile öldüremez” Daha sonra oğluna da “Bu vatan ölmeyecek ve kendisini kurtaracaktır, hürriyetini alacaktır, kim ne derse sen inanma. Yalnız bana inan vatanımızın sonu emindir. Elbette bir gün gelecek bizim vatanımızda da millet hakim olacak. Bugünü belki ben göremeyeceğim Ekrem! Milletin kurtuluş bayramına belki ben kavuşamayacağım; lakin sen göreceksin. Sen Türk milletinin kendi hürriyetini, sökerek, çekerek, kopararak aldığını göreceksin. Ve hürriyet bayrağını taşıyacak olanlardan biri de sen olacaksın!” (N FK , 118)
Bediüzzaman da ümit dolu bir insandır, hayatının her safhasında ümitlidir ve onun da ötesinde ümit aşılar.Ümitsizliğin bir kanser hastalığı gibi cemiyetin her kesimini işgal ettiğini görür, İslam dünyasının geri kalmasının nedenlerini ümitsizliğin yaygınlaşmasına bağlar. Ama ümit etmek için hiçbir olumlu iş yoktur, bu yüzden farklı kesimlerden birçok aydın onun döneminde ümitsizdir, yıkım içindedir. Namık Kemal’in Midilli’de karşılaştığı tablo da bunlardandır. Van’da üniversite açmak ister, tam gerçekleşeceği zaman harp çıkar, yarım kalır. İstanbul’da işgal güçlerine karşı herkesin Istanbul’u zorunlu terk ettiği hengamda İngiliz politikasını dağıtmak için eser yazar ve iki talebesiyle sokaklarda dolaşarak tevzi eder. Her yanı işgal güçlerinin askerleri ile doludur. Ama korku ve çekinmek onun tabiatında yoktur. Ankara hükümeti onu kendinden istifade için çağırır, Ankara’da yeni Türkiye cumhuriyetinin kurulacağı hengamda toplum mühendislerinin binayı inşa şeklini ve içinde olması lazım gelenleri beğenmez, anlaşamazlar, yine bir ümit kırılması yaşar, Van’a kendi dünyasına çekilir.Onda kırıp dökmeden çekilmek esastır. O dönemde alınıp Barla’ya kadar ucu uzanan bir sürgün yaşar. Orada Namık Kemal nasıl adalara sürgün edilmişse, o da Barla’ya sürgün edilir. Orada dünyayı değiştiren eser külliyesini yazar, ümitlerin en bittiği yerde dinin, devletin, insanlığın, çözülmüş tevhid dinlerinin ümidi olur, 1956 da Gençlik rehberi mahkemesinde yüz yıllık rüya gerçekleşir din hürriyetini Bediüzzaman tescil etmiştir, Namık Kemal hürriyet şairidir, hürriyete kaside yazmıştır, kasidenin adı Hürriyet kasidesidir. Bediüzzaman’ın Hürriyet kasidesi bütün bir Risale-i Nur’dur. Eserlerini yeni harflerle baskıya verir, davasının galasını yapmıştır, gözü Hz Yusuf gibi ahrettedir ve velveleli bir ölümle ahirete göçer. Namık Kemal adalardaki sürgünlere dayanamaz ömrünün baharında 48 yaşında ölür, 1877’de sürgün edildiğinden 11 yıl sonra 1888’in aralığında ölür.          
         Ölmeden görürsem millette ümid ettiğim feyzi
         Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun
 
Der. Ama Bediüzzaman onun yapamadığını yapmış, bu milletin hem dini yaşama istiklalini hem de siyasi ve ekonomik istiklalin zenbereği olan dini kurtarmıştır. Helal olsun, sen mezarında Mutlu ol kemal, senin bayrağını o aldı ve yerine koydu.
 Namık Kemal’in sevdikleri ile Bediüzzaman’ın sevdikleri arasında da benzerlik vardır. Bediüzzaman Yavuz Sultan Selim’i sever, ittihad-ı İslam fikrinde onu kendinin selefi olarak kabul eder. İstanbul’da ilk talebelerinden biri ile onun kabrine ziyaret için giderler. Ve orada talebesine şöyle bir değerlendirmede bulunur. “Biz farklı düşünüyor idik, o bizi ikna etti, onun dediği gibi hareket ettik” der. Bu düşünce yakaza türü bir mecliste bir konunun, islama o günün şartları içinde hizmet etmenin nasıl olacağı bahsinde bir grup mütemayiz insan arasında Bediüzzaman ve Yavuz Sultan Selim de vardır. Söylenilen fikirler içinde onları bağlayan Yavuz Sultan Selim’in kanaatleridir. İslam’ın mukadderatı ve stratejisi konusunda bu insanlar ölü değil zaman zaman yine bir araya gelip kararlar alıyorlar demektir. Onlar çok özel kul ve insan oldukları için bizim gibilerin kurallarına bağlı değiller. Perde arkasında perdeye yansıyan çok şey yine onların denetiminde oluyor.
Namık Kemal, A. Hamit Tarhan’ın Yavuz Sultan Selim için yazdığı bir şiirine nazire yazmıştır. Yahya Kemal’in Selimnamesi de Yavuz için yazılmıştır. Girişlerde kelimeler aynı değil ama imajların hareket noktası benzerlik taşır. Yahya Kemal, Yavuz’un Anadoludaki kargaşayı ve dini inşikakı yatıştırmasının semavi bir hesap üzre olduğunu bundan dolayı Yavuz’un görevlendirildiğini söyler ki, Yavuz Sultan Selim’in bir müceddid olduğu kanaati de vardır. Gerçekten onun hizmeti Anadolu’da din birliğini sağlamıştır. Eğer onun yaptıkları olması idi bugün özellikle doğu anadolunun durumu çok farklı olurdu. Şiirin girişinde Yavuz’un celalli mizacına göre ifadeler vardır.
    Mehabete mütehaccir misal-i hevl engiz
    Hilafete müteali sema-yı kudsiyet (Önder Göçkün, N. K. Ş. s, 27)
 
Namık Kemal, islamın daha önce uğramış olduğu ayrılıkçı ve tahribkar hareketlerin Yavuz Sayesinde tamir edildiğini , dinin uygulamasını yeniden toparladığını ve toplumu yenilediğini ifade eder. Kemal Bey ibn-i Kemal’e de tarizde bulunur.
      Hata değil mi anı Şems-i asra benzetmek
      Eğerçi saye-i memdudu sürdü az müddet (s, 28)
 
İbn-i Kemal’in Yavuz’un saltanatını ikindi güneşinin kısa süreliğine benzetmesini Namık Kemal beğenmez ve hata olarak kabul eder. Yavuz’un saltanatı az sürmüştür ama çok kıymetli bir az süredir, devletin itibarı, coğrafyası, ruhu adeta yenilenmiştir. Topraklar birkaç misline yükselmiş, Osmanlı dünyanın o dönemde en haşmetli ve itibarlı devleti olmuştur.
Kemal Bey de tarihi sever Bediüzzaman da, Namık Kemal’in iki ciltlik müstakil Osmanlı tarihi vardır. Ayırca Yükselme Devrini anlatan Devr-i İstila risalesi vardır. Bediüzzaman, tarihe “maşuka-i vicdanım” diyen Namık Kemal’den farklı olarak “Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en güzel şahittir” der. Eserlerinde başarının arkasında duran tarihi örnekleri verir. Bediüzzaman periyodik tarihci değildir, tarihi, İslami ve akaidi, toplumsal prensipleri anlatırken yeri geldiğinde örneklemelerde kullanır. İslam tarihini , peygamberler tarihini insanlığa ışık tutan örnek vakalar olarak kabul eder, gerek ahlaki gerek fenni ilerlemelere peygamber mucizelerini örnek gösterir. Yusuf Kıssa’sını anlatarak ifffet’i anlattığı gibi, Hz Ali ve Hz Aişe arasındaki olayı da tarihte olmadığı bir boyutta anlatır. Hz Ali’nin hilafeti noktasındaki bahiste onun psikolojisinin farkını ortaya koyarak bahsi yorumlar. 19 Mektup isimli eserinde Cenab-ı Peygamberin ASM hayatını mucizelerini, savaşlarını, olaylarını, arkadaşlarını, mücadelesini, çok değişik bir sentezle anlatır. O Bediüzzaman türü çok özel bir tarih anlayışı ile kaleme alınmıştır, bugünkü tarih anlayışı ona göre bir merdiven tırmanmaya benzer. Bediüzzaman’ın tarihi ise bir haritada dolaşır gibidir, onun için çok özel bir zeka ve deha ve toparlayıcı sentezci zeka gerekir. Namık Kemal ‘de tarihi bir ibret aynası olarak kabul eder.
Evrak-ı Perişan isimli eserinde büyük tarihi portreleri verir. Bunlar Yavuz, Fatih, Emir Nevruz, Selahattin-i Eyyübi’dir. Tanpınar’ın yorumuna göre gerileme ve inhilal devrindeki Osmanlıya ders vermek için bu kitap yazılmıştır. Padişahlara siz selefleriniz gibi hareket edin demek ister.Bediüzzaman gerek yönetici gerekse halkın yenilenmesinde çok farklı düşünür.
Namık Kemal, ölünce Süleyman Nazif, babasına haber verir. Babası Namık Kemal hayranıdır. “Millet dedi, millet dedi, millet dedi gitti” der. Namık Kemal milleti eski haşmetli günlerine, hükümdarları büyük hükümdarlara göre düşünmeye çağırır. Ama Bediüzzaman, milleti eleştiri ile yeniden diriltmenin, bu klasik metodun sonuç alanmıyacak bir metod olduğunu görmüştür. Kendinden önceki uygulamalardan. Osmanlı “kaht-ı recül “ yüzünden devlet adamı yokluğundan yıkılışa geçmiştir. Son dönemdeki sadrazamlar ve diğer vükela birçoğu yetersiz adamlardır. Bizde yeni düzenlemeler ve sistemler, hatta rejimler ve partiler adam yetiştirmemiştir. Cumhuriyet kurulmuştur ama büyük oranda memurları özel yetiştirilmiş kişiler değildir, hepsi önceki dönemin kılık değiştirmiş yöneticileridir, Yakup Kadri onların Osmanlı döneminin İstanbul hükümetinin adamları olduğunu söyler. Yakup Kadri yeni tipler üretmek istemişse de kültürü parçalanmış insan tipleri ortaya koymuştur. Kafalarında din kültür sanat edebiyat tarih birliği olmayan yapay tiplerdin bütün ortaya konan tipler. Halide Edip birazcık canlı tipler ortaya koymuştur. Sinekli Bakkal daki tipleri gibi. Bediüzzaman büyük dehası ile böyle toplama ve boyama türü adam tipinin yerine yeni bir senteze varmış kafasında din milliyet dengesi olan, tarih, din, edebiyat, felsefe ve sanata açık tipler ortaya koymak istemiştir. Eserlerinde Üç bine yakın sanattan, estetikten, felsefeden kaynaklanan kelime kullanan bir adamın topluma sanata dini çevrelere verdiği mezaj daha anlaşılmıştır denemez. O hala bir eksenin etrafında yorumlanır. Bu yüzden Bediüzzaman’ın risale okumaları, okumaya teşviki yeni bir nesli dersanelerde üretmek içindir ve bunu büyük oranda başarmıştır. Tıpkı Mevlana hazretleri gibi, tıpkı Nakşi ve Kadiri , Şazeli dergahları gibi bir insan tipi üretmiştir. Bunlar istiklal harbinde büyük roller üstlenmiştir, ama daha sonra sistem bu adamları bir kenara itmiş hatta zararlı görmüştür.
Bediüzzaman özellikle eserlerinde ve mektuplarında, ikili yazışmalarında bu insan tipinin kurmak için çabalar, onlar arasındaki ilişkileri rabbani , nurani , ictimai yapılanmaya doğdu iter. Namık Kemal ve onlarca tip inşa edenlerin yapaylıklarını görmüş en ideal olanı yapmıştır. Namık Kemal ile bu yüzden aralarında büyük mesafe vardır. Namık Kemal vatan millet hürriyet, adalet, gibi kavramları yüceltmiştir, ama bozulmuş deşejenere olmuş bir muhitte bunları cilalamak bir şey yapmak olmamıştır. Bediüzzaman her zaman bu tipi tohumdan almış ortaya insan tipleri çıkarmıştır. Bediüzzaman’ın ortaya çıkardığı tiplerin büyük bir tarihi zaruret olduğu Namık Kemal’den, Nazım Hikmet’e kadar bütün toplumsal düşünen insanların insan tipleri üretmekteki başarısızlıklarından sonra ortaya çıkar, böyle bir mukayese onun ne kadar harika bir deha olduğunu gösterir. Yüz elli yıldır milliyetçiler, solcular, liberaller sadece kavga ediyor, ama ideal bir tipi hazırlayan toprağı suyu, havayı ortaya koymadıklarından kavga yukarıda cereyan ediyor, devlet yüzeli yılda çöküşün eşiğine geliyor, işte Bediüzzaman’ın yaptığı yapılamayanı görüp ortaya ideali çıkarmaktır ve bu büyük oranda başarılmıştır.
Bediüzzaman ve Namık Kemal ‘in ortak noktalarından biri zulüme uğramalarıdır, zulüm ve kahır çekmeleridir. Haşim’in ölmek üzerine bir şiiri vardır. Şair gördüğü zulmü, anlayışsızlığı, kahrı bir şiir ile şiirsel bir intihar ile ifade eder:
   Firaz-ı zirve-i kahra vararak
   Oradan, oradan
   Düşüp ölmek istiyorum
   Cevf-i ye’s-i aşinay-ı hüsrana
 
 Kahrın zirvesine çıkıp oradan ümitsizliğe aşina hüsran çukuruna boşluğuna düşüp ölmek istiyor, şiirdeki şahıs. O veya Haşim. Daha sonra gün battığı bir vakitte , bütün sistemi bir kanlı gömlek gibi arkasına alıp intihar etme sözünü duymadan oradan sistemle birlikte ölmek istiyor. Şairi bu baskı ve zulüm büyük bir şair yapmıştır, onun hissettiği mana derinliğini kimse hissetmemiştir.
Zülüm ve aşağılanmak zatında çok kötü bir durumdur. Büyük insanlar zulümden , baskıdan istifade etmiş ve eserlerinin madeni yapmışlardır. Psikanalizde baskı ve bastırma diye iki terim vardır. Baskı başkası tarafından yapılan, bastırma ise kişi tarafından yapılan bir eylemdir. Her ikisi de kişide yeni duyarlılıkları ortaya çıkarır, insan zihni üzerinde istekler, hayal, beklentilerin baskısı vardır. Bunlar kişi tarafından zevklere dönüştürülürse şahıs elindeki birikmiş enerjiyi boşa harcar, ama onu düzenli bir irade ile idare ederse sanata dönüşür, araştırmaya dönüşür, ilme dönüşür.
Bediüzzaman’ın Afyon hapsi büyük bir zulme sahnedir. 1947 yılında başlamıştır Afyon hapsi. Her safhası zulüm doludur. Faytonla kıra çıktığında dört beş gün müddetince beş tayyare tarafından takib ediliyor. (Tarihçe-i Hayat, 528) Denizli hapsinde bir ayda çektiği sıkıntıyı Afyon hapsinde bir günde çekmiştir. Kendisine bütün bütün kanunsuz muameleler yapılmıştır. Hapishanede tam yirmi ay kışın çok soğuk olan gayr-i muntazam bir koğuş içinde yalnız bırakılarak tecrid-i mutlak içinde imha olunmasına intizar edilmiştir. Kışın en şiddetli günlerinde hapishane pencerelerinin iki milim buz tuttuğu zamanlarda zehir verilmiş, ihtiyar çok hasta haliyle, aylarca ıstırap çektirilmiştir, ihtiyar çok hasta haliyle aylarca ıstırap çektirilmiştir. Mübarek yatağında bir taraftan bir tarafa dönemeyecek bir hale geldiği zamanlarda bile hizmetine , bir talebesi olsun müsaade edilmemiştir. O korkunç şerait altında kendi kendine ölüp gitmesi beklenmiştir. (Tarihçe-i Hayat, 532)
Bu zülmü nasıl idare etmiştir, bakalım. Ölüm döşeğinde iken fırsat bulup ziyaretine varabilen bir talebesine şöyle demiştir: “Belki hayatta kalamayacağım, bütün mevcudiyetim vatan, millet, geçlik ve Alem-i İslam ve beşerin ebedi refah ve saadeti uğruna feda olsun. Ölürsem dostlarım intikamımı almasınlar.” (Tarihçe-i Hayat, 532) Zülmün enerjiye dönüşmesi böyle işte, Bediüzzaman bu noktada doğmuş.
Dünyada hiç kimseye yapılmayan zulüm ve ihanet Bediüzzaman’a yapılmıştır. (532) Bediüzzaman da insandır, dayanamadığı noktada ağır ceza reisine hitap eder, bu nasıl bir zulüm vesikasıdır. “Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alakamı kesmiştim. Şimdi o kadar manasız, luzümsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş yaşayamayacağım. Bu tarz-ı hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi taleb ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor, hapiste kalmak bana lazımdır.” (T H 554) Bu Afyon hapishanesi müdafaası her satırı zulüm okyanusu gibi, insan bunu okurken ruhu burkuluyor, ağlamak dahi çare etmez. Bu hayatı yaşayan insanın talebeleri rahat döşeğinde sorumsuz yaşayamaz. O neler çekmiş biz ise ne çekiyoruz onun çektiği uğruna, düşünmek , sorumluluk almak, kendini suçlamak, ondan ders almak bu işte.
Kendine yapılan baskıyı idare etmek olağanüstü, bir de bu baskı içinde talebelerini idare etmek. Onlara Afyon mektuplarında şöyle hitab eder. “Aziz, sıdık, sarsılmaz, sıkıntıdan usanıp bizlerden çekilmez kardeşlerim”, “Aziz, sıdık, sarsılmaz, telaş etmez, ahireti bırakıp fani dünyaya dönmez kardeşlerim.” 1949 Eylül’ü bir sabah Afyon hapishanesinden tahliye edilir, bundan sonraki hayatı artık eski zulümler gibi değil ama aynı kıratta olmayan bir zulüm devam eder.
Namık Kemal, Magosa’da dört yıla yakın kalmış, ama zulüm gördüğü yok, herkesten ilgi görmüş, eser yazmış Mithat Cemal üç ciltlik 2200 sahifelik biyografide bunları izah eder. Magosa’dan sonra Gelibolu sürgünü var, altı ay kadar, altı ay da hapiste yatar, Midilliye sürgün edilir. Onu Midilliye sürgün eden sözü bir başkası söyleseydi idam dahi edilebilirdi, padişahın hal edilmesini isteyen bir ifade , ama yine yönetim onu orada iki yıl tutmuş ve sonra mutasarrıf yapmış. Ondan sonraki hayatı onbir yıl geçmiş ve sonunda İstanbul’u görmeden 1888 de ölmüş. Dört yıl da Avrupa’ya kaçtığı yıllar, Namık kemal yirmi yıl sürgün, hapis, kaçış içinde ömrünü geçirmiş, kırk sekiz yılın yarısı böyle geçmiş ve bu kadar itilip kakılmaktan sonra erken yaşta dünyadan göçmüştür.
Bediüzzaman otuz yıl hapis ve baskı, kahır ve zulüm içinde yaşamaya mecbur edilmiş. Ruslar onu Kostruma’ya sürgün etmiş, bizimkiler Barla’da ölsün demiş, Ruslar Kostruma’da. Bunun dışındaki hayatı da mücadele ile geçmiş, otuz beş yıl zulüm ve baskı, elli yıl mücadele ve dimdik ayakta, seksen beş yaşında ölmüş. İşte iki adam işte iki hayat… Bediüzzaman’ın çektiklerine bir isim vermek, yok böyle bir kelime, peygamber ve kariyar arkasından bir yar kolay mı?
Namık Kemal ile Bediüzzaman’ın bir ortak noktası da ikisinin de hem Osmanlıcı, hem de İttihat-ı İslam’cı olmalarıdır. Said Nursi, İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi isimli eserinde hürriyet kelimesi ve manası, uygulaması üzerinde vurgu yapar. Orada Otuz Bir Mart hadisesindeki savunmasından bahseder.Bediüzzaman’ın bu eserindeki konuşma tarzı, pervasız ve kayıtsızlığı Namık Kemal’e benzer. Bediüzzaman itidalli bir adamdır ama bu gürültülü bir itidaldir. Kırıp dökmez, ama varlığını da ortaya koyar. Namık Kemal devri ile kendi devrini kıyaslar, Kemal’in devri istibdad devridir, ama şimdi daha ileri bir baskı dönemidir. “Bu hükümet zaman-ı istibdadta akla husumet ederdi, şimdide hayata adavet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa yaşasın cünun, yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın cehennem…” (Eski S. D. Eserleri, 118) Kemal devrinde istenmeyen insanlar sürgün edilirdi, Bediüzzaman’ın devrinde ise insanlar idam sehpalarına gönderilir. Bu cumhuriyet ile istibdad devri arasındaki dönemdir. 1900 ile 1922 arası. Bu tarihten sonra zulüm ve istibdad daha da katmerli hale gelmiştir. Yüzyılın başından 21 yüzyıla kadar dozu gittikçe artan bir zulüm, istibdad devri devam etmiştir. Bu yüzyıl içinde başı rahat bir aydın ve düşünce adama görülemez, toplumsal yelpazenin neresinde olursa olsun.
Bediüzzaman daha aktif bir muhalif veya kendi tarzında bir eleştirmendir. Yazı yazmakla kanaat etmez. İkinci Meşrutiyetin başında doğudaki umum şark aşiretlerine başbakanlık vasıtası ile telgraf çekmiş ve onları Meşrutiyet ve Yeni anayasaya muhalefet etmemek konusunda uyarmıştır. “Meşrutiyet ve kanun-ı Esasi işittiğiniz mesele ise, hakiki adalet ve meşveret-i şeriyeden ibarettir. Hüsn-i telakki ediniz, muhafazasına çalışınız. Zira dünyevi saadetimiz meşrutiyettedir ve istibdaddan herkesten ziyade biz zarardideyiz.” (aynı eser 120) Bediüzzaman Türk siyasi tarihinde mutlakiyeti eleştirir, meşrutiyeti ve daha sonra cumhuriyeti kabullenir ve yanlışlarını ikaz ederek düzeltmeye   gayret eder. Namık Kemal ise sistemi yıkmak ve yerine yeni bir düzen kurmak yanlısıdır. Türkistan Erbabı Şebabı denilen Jön Türkler’in niyeti budur.
İkinci Meşrutiyet sonrası İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti kurulur. Bediüzzaman 31 Mart ihtilalınde ifade verirken, bu derneğe kaydolup olmadığı konusu kendine sorulur. Bediüzzaman, Vahdeti’nin kurduğu ve öyle algılandığı bir siyasi cemiyet gibi değil kendi telakki ettiği bir İttihad-ı Muhammedi cemiyetini savunur. “Benim murat ettiğim ve dahil olduğum İttihad-ı Muhammedi ‘nin tarifi budur ki “Bu ittihadın cihet’ül vahdeti ve irtibatı tevhid- ilahididir, peyman ve yenini imandır, müntesipleri kalü bela’dan dahil olan umum müminlerdir, defter-i esmaları da Levh-i Mahfuzdur. “ (E. S , D, E, 126)
Bediüzzaman İttihad-ı İslam konusunda kendisi ile birlikte düşünen veya onun onların arasında olduğu kişilerden bahseder. Bunlar arasında Namık Kemal de vardır. “Elhasıl Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslam fikrini kabul ettim. Zira o Vilayat-ı şarkiyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemalettin Efgani, allamelerden Mısır Müftüsü   Merhum Muhammed Abdüh, müfrit alimlerden Ali Suavi , Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslamı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş:
   “İhtilaf ü tefrika endişesi
   Kuşe-i kabrimde hatta bikarar eyler beni
   İttihadken savlet-i adayı defa çaremiz
   İttihad etmezse millet dağdar eyler beni “(aynı eser 128)
 
Namık Kemal ve Bediüzzaman hem Sultan Selim’i severler, Bediüzzaman ona biat etmiştir. Hem de İslam ittihadı fikrinde beraberdirler. Bugün İttihad-ı İslam fikri İslam dünyasında sınırlara dayalı değil ama menfaat ve zararda birlik tarzında dirilmeye yakın gelmiştir. İslam dünyası batının istilasından kurtulduktan sonra şimdi de kendi despot idarecilerden kurtulmuştur. Bu hali ile daha çok bir ittihad-ı İslam fikrine yaklaşmıştır.
Bediüzzaman, Namık Kemal ile zaman zaman ilgilenir. Münazarat’da şarktaki aşiretlerin sorularına cevap verirken, bahis yine Namık Kemal‘e gelir. Olay kendine sorulan bir soruya cevap ile başlar.”İnkılaptan on sene evvel (1898) muteriz olduğun halde hükümete hücum edenlere dahi itiraz ederdin. Hatta Selatin-ı Osmaniyeyi ifratla sena ederdin, hatta derdin” Muhtemeldir Abdülhamit muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hata bir ictihad ile olabilir, bir gayrimakbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahbus gibidir. Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem itiraz, hem hücum ederdin, hem de bazılara karşı müdafaa ederdin?”
Cevap ; İnkılaptan on altı sene evvel (1892) cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesid mesleği bana gösterdi. Hem o vakitte K e m al ‘in Rüya’sıyla uyandım.” (E S D E , 288)Tanzimat edebiyatcıları bazı özlemlerini rüyada görür ve yazarlardı. Ziya Paşa’nın Rüya’sı , Ethem Pertev Paşa’nın Habnamesi gibi Namık Kemal’in Rüya’sı da özlediği isteklerinin sanki rüyada görülmüşüdür.Freud bu tür rüyalara gündüz düşü der. Sanatçıların eserlerini de gündüz düşü olarak yorumlar.
Namık Kemal Rüya isimli eserinde istikbal sabahına oranla mazinin uyku olduğunu ifade ettikten sonra Boğaziçinde bir gece üzüntüsünü tasvir ediyor. Tabiatın ve ruhunun garip ve acı hüznünü süslü, fazla samimi bir dille anlatıyor. Rüyada eşsiz bir güzel hürriyetin timsali semavisi, cemaate sözünü daha iyi duyurabilmek için yüksekçe bir kayanın üstüne çıkarak ateşten bir heyecan kesilip söyler. Şunları söyler; Ey gaflet uykusuna dalanlar, gözlerinizi mahşer sabahında mı açacaksınız? Boynunuzdaki esaret zincirini ne vakit çözeceksiniz? Hakikatleri niçin gör müyorsunuz? Fikirlerinizi uyandırmak için ihtiyar ettiğiniz fedakarlık çarşaflarınızı yıkatmak için sarfettiğiniz paraya tekabül etmez. Siz karnınızı doyurmak için evladınızı aç bırakmaya tevekkül namı veriyorsunuz.
Hakikatleri niçin görmüyorsunuz? Menfaatleri düşünüyorsunuz. Yüzünüzü okşayan temiz elleri ısırmak, başınıza pence vuran murdar ayakları yalamak kendisince melekatı rasihadan olmuş. Hapisten korkuyorsunuz, doğruyu söylemiyorsunuz. Gölgenizden bile çekiniyorsunuz. Ne vakit uyanacaksınız? Yarın ne olacağını bilemezsiniz. Hal maziye uygun olmadığı gibi istikbal de hale muvafık olmayacaktır. Maziye değil atiye bakınız. Hazırlanın Mazide aradığınız nedir? Kaybettiğiniz ömrümü nasıl taharri edeceksiniz?
Namık Kemal vatanın bu feyizli geleceğine baktıkça hayretinden sevincinden kendinden geçer gibi olur ve uyanır. Bu rüyayı ömrünün safa sermayesi sayar. (Namık Kemal’in Rüyası , Matbaa-i İctihad, 1908)
Bu Rüya isimli eseri okuyan Bediüzzaman oradaki ikazlar doğrultusunda kendini uyanmış olarak telakki eder. Hakikatleri görmek konusunda kendini gaflette telakki etmiştir, bu eser onu uyandırmıştır. Mardin’de gördüğü zatın siyasetteki muktesid mesleği ile Rüya onun ikazına neden olmuştur. Bediüzzaman bütün hayatında siyasette iktisad mesleğini uygulamıştır, bütün hayatını siyasi mücadele ve dedikodulara veren insanlar yanında Bediüzzaman siyaset konusunda son sınırlı sözler söylemiş, siyaseti yönlendiren genel prensipler üzerinde kısaca durmuştur. Meşrutiyet dönemindeki partiler, Cumhuriyet dönemindeki Halk Partisi o günden bugüne gelen siyasi görüşlerde, “Ben sevadı azama tabiiyim” diyerek, halkı daima Muhammedi olarak ümmetin çoğunluk olduğu yere çağırarak bölünmeleri ve koalisyon bunalımlarını engellemiş ve Türkiye’de radikalizmin yerini hürriyetci demokrasinin almasını sağlamıştır.
Bediüzzaman Münazarat da Sultan Hamit karşısında olan insanların mezhebini eleştirir, Kanuni Esasiye karşı olanları eleştirir. Dini bilmeyen mutaassıp çevreleri eleştirir. Hülasa ne Namık Kemal gibi sultan Hamid’i kıyasıya eleştirir, ne de anayasayı ve onu oluşturan çevreleri. “Hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ile ehl-i tefrite rast geldim” ( E S D E , 288) Yani o ne aşırıdır, ne de tam tersi bir tutum izler. Rüyanın ikazının bir yönünü kendi anlatır” İstibdad kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi beni inkılaptan on sene evvel aldattı ki ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Ta o vakitte anladım bizim ekser ahrarımız –hürriyetçilerimiz- mutekid Müslümanlardır” (aynı eser 289)
Namık Kemal bir meydan adamı idi, Bediüzzzaman da ilk dönemlerinde bir meydan adamı idi. Meydan adamı şahsını ortaya atan, fikirleri ve hisleriyle bütün bir milleti meşgul eden umumun dertleriyle ve dilekleriyle ortalığı muttasıl heyecanlandıran, her gün bir umumi hava teneffüs eden müstesna şahsiyetlerdir.Bediüzzaman İstanbul’a asrın başında gelinceye kadar doğu bölgesinde de meydan adamı karakteriyle hep ön cephelerde, toplumun önünde giden bir insandı. Genç hatta tıfıl bir adam birden Mustafa Paşa’nın önüne çıkar onu hakka davet eder, aynı adam isyan etmeye hazır toplulukların önüne geçer onları isyandan makul davranmaya davet eder. Herkesin önünde abid gibi durduğu ceberutlara ayağı bile kalkmaz. Ama İstanbul hayatından sonra o daima vitrinde görünmek dünya görüşünü kalabalıklara aktaran bir adamdır. 31 Mart’da isyan eden taburların önüne çıkan bir meydan adamıdır, bir itidal adamıdır. Milli Mücadele de İstanbul’da İngilizlerin önüne çıkan onların siyasetini akamete uğratmaya çalışan bir büyük meydan adamı, dava adamıdır. 31 Martta mahkemedeki duruşu bir meydan adamı duruşudur. Cumhuriyetin arefesinde Ankara’daki duruşları hep meydan adamı kimliği iledir. Savaşlarda ön saftadır, o hiçbir zaman arkada kalmaz.O her zaman;
    Haykırsam kollarımı makas gibi açarak/Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
der.
Eski Said dönemindeki konuşmaları meydan adamı karakterlidir. Daha sonraki bazı bahisleri de aynı özelliktedir. Mesela meslek cihetiyle Avrupa’ya meydan okur, bizzat bu terimi kullanır.Hapislerde hücrelerde de olsa yine o meydan okur ve meydan adamıdır.
 “Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellallığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyeden ise , elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!Çünkü Rur’an-ı Hakim’in kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile onların fünun-ı müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalalarını zirü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa Allah’ın tevfiki ile beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşallah mağlub edemezler.” (Külliyat, Nesil 1, 379) Çünkü o bir milletin bir coğrafyanın değil bütün dünyayı kendine muhatab alan bir noktada durmuştu, bu yüzden bütün hitabı insanlığadır. Bütün düşünce gruplarınadır.
Namık Kemal bir müceddiddi, ama dini bir müceddid değil tabii. O yeni kavramlar getirdi, o yönü ile müceddiddi, Avrupanın bazı kavram ve mefhumlarını dönemindeki insanların ve aydınların kalbine kadar işletti. Mesela Arapçada ve Türkçede mevcut olan hürriyet kelimesini hür sıfatından aldı. Bediüzzaman da hürriyet kelimesi üzerinde bütün hayatında vurgu yaptı, kişisel hürriyet, evreni ve varlığı yeni yorumlama hürriyeti,her türlü taassubdan uzak düşünme hürriyeti, toplumsal anlamda din hürriyeti o bütün bunlar için çalıştı. Dağların hür ortamını yıldızın kuşatılmış ortamına tercih etti,ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam dedi. Bütün hayatı boyunca düşüncesine vurulan, insanlık tarihinde insanların düşüncesine, itikadlarına vurulan kelepçeleri kaldırmaya çalıştı. Ve başardı, ordusu, kabilesi, silahi, örgütü olmayan bir adam bir ülkele hürriyeti getirdi. Türkiye’de din hürriyeti onun ile elde edildi, bugün kullanılan din hürriyeti ve özellikle yaşama hürriyeti onun gayreti ile olmuştur. Namık Kemal Hürriyet Kasidesini bir kavram için yazdı.
Bediüzzaman Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ndeki bir beytini tahlil eder, bu arada kendi hürriyet anlayışını ve Kemal’in hürriyet telakkisini eleştirir. “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün;
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Veyahut,
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?
Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nimet-i İlâhiyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:
Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum” (Lemalar 175)
Bediüzzaman bu kasidenin Sultan Hamid’i eleştirmek için yazıldığını halbuki, 1923 den sonraki uygulamaları eleştirmek için daha uygun olacağını söyler. ”O tokada müstahak olmayan gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan“ der. Savuran Namık Kemal’dir, gayet mühim bir zat dediği ise Sultan Abdülhamit Han’dır. Hürriyete engel olan bu dönemde o dönemden daha çoktur. Bediüzzaman Osmanlı döneminde ülkenin büyük saygı gören bir alimi, siyasisi, din adamı idi. Sultanlar safında yer aldı, onların dostluğu ile oldu, Enver Paşa yazdığı kitabın kağıdını temin etti. Ankara’ya istanbuldaki hizmetleri yüzünden çağrıldı, devrin hakimi ile cumhuriyetin yeni kılığının ne olması konusunda konuştu. Ama Van’a çekildikten sonra 1956 ya kadar her türlü istibdad üzerinde denendi, Allah onu korudu, başladığı işi, bu milletin din hürriyetini elde etti ve ihtilalle birlikte öteye göçtü.
Namık Kemal milletin hürriyetine kavuşması istedi ama ,Bediüzzaman gibi kökten başlayıp köhnemiş itikad eksersizleri yerine batı felsefe ve ilmi karşısında yeni iman eksersizleri getirerek milleti o şekilde yenileyemedi, kökü yenilenen itikad yeni insanlar ortaya çıkaracaktı.Bunların Bediüzzaman yaptı. Ona gelinceye kadar bütün yeniliklerin bozuk bir deriye cila olması gibi tutmayışı her şeyin başı “bütün ulum-ı hakikiyenin menbaının iman olmasından” dolayı o mesaisini iman üzerine kurdu. Namık Kemal hep siyasiler ile dalaştı, sistemle kavga etti, bozulmuş bir yönetim cihazı içinde hangi sistem tutardı ki bu yüzden yönetme erkini kaybetmiş ve yönetilemeyecek şekilde dejenere bir toplumun farkında olmadı veya oldu da metodun yanlışlığı onu bir köşede ölmeye mahkum etti.
Namık Kemal’in İttihad-ı İslam adı altında 27 Haziran 1872’de İbret’de bir yazısı yayınlanır. Bu makalede savunulan fikirler ile Bediüzzaman’ın mücadelesi ve onun sonucu ve günümüz arasında ciddi bağlantılar vardır. Namık Kemal döneminde İslam ittihadı fikrinin umumi bir gaye olduğunu söyler, “Devlet-i Aliyenin zuhurundan beri bir takım eazımın efkarını işgal eden ittihadı İslam şimdi maksad-ı umumiden olduğunu görüyoruz.” (Mustafa Nihat Özün, Namık Kemal ve İbret Gazetesi, 74) Namık Kemal bu maksadın meydana çıkması ile olacakları anlatır. “Bu maksad bir kere hasıl olursa iki yüz milyon kadar nufuz dadarane   ve yekvücudane birbirinin terbiye-i efkar ve muhafaza-i menafine çalışacaklarından Asya için ne revnaklı bir devri saadet zuhura geleceği tarife muhtaç değildir” (75)
 
 

Batılılaşma Mitinin Kahramanı Namık Kemal

Batılılaşma Mitinin Kahramanı Namık Kemal

1. Giriş

Bu çalışmada, ülkemiz düşünce hayatında önemli yeri olan Batılılaşma ideolojisi ve ünlü düşünce adamı Namık Kemal’in bu ideolojiyle kurduğu ilişki; “mit” ve “kahraman” kavramları ışığında ele alınacak, böylece Batılılaşmanın bir “mit”, Namık Kemal’in de bir “kahraman” olduğu gösterilmeye çalışılacaktır.

Bu amaçla öncelikle “mit” ve “kahraman” kavramları üzerinde durulacak, daha sonra bir mit olarak Batılılaşma ideolojisi tartışma konusu edilecektir.

İzleyen bölümde ise yaşam öyküsü çerçevesinde Namık Kemal’in, “Batılılaşma miti” açısından bir “kahraman” olduğuna ilişkin görüş açıklığa kavuşturulmaya çalışılacaktır.

2. Genel Olarak Mitler

Düş, kişiselleştirilmiş mittir; mit kişisellikten çıkarılmış düştür (1).

2.1. Mit

Yunanca öykü anlamına gelen ‘mythos’ sözcüğünden dilimize geçen “mit” kavramı, insanoğlunun, evreni, dünyayı, doğa olaylarını, kısaca var oluşu açıklamak amacıyla inançla bağlandığı kutsal öyküler anlamında kullanılır (2). Genellikle doğaüstü kahramanların (örneğin tanrıların) yaşadığı olağandışı olayları anlatan mitler; Carl Jung’un tanımına göre de toplumun bütününü ilgilendiren, kolektif bilinç dışının yarattığı ruhbilimsel davranış biçimleridir (3). Bu yönüyle mitler, çağdaş düş okuma bilimi psikanaliz tarafından sıkça başvurulan birer kaynaktır.

İnsanların en çok ve ilk olarak merak ettikleri şey, evrenin ve yaşamın nasıl başladığıdır. Bu nedenle evrenin yaradılışına ilişkin mitlerin (kozmogoni mitlerinin) bütün öteki mitler arasında özel bir yeri vardır (4). Kozmogoni mitleri, ırkların ve ulusların ortaya çıkış öykülerinden oluşan “türeyiş” mitlerine de kaynaklık ederler (5).

Mit bir bakıma başlangıca, kökene, öze dönüş demektir. Çünkü mitler aracılığıyla insanlar, içinde yaşadıkları evrenin ve insan soyunun ilk kez nasıl ortaya çıktığına ilişkin ”anlamlı” bir bilgi edinirler. Başlangıç ya da öz, kimi zaman Tanrı, kimi zaman cennet, kimi zaman da ana rahmidir.

Kolektif bilinç dışı tarafından yaratılmasının, dolayısıyla simgesel olarak ya da yan anlam katında okunabilmelerinin bir sonucu olarak mitler, edebiyatta da sıkça işlenir.

2.2 Rit

Topluluğun bir arada uyguladığı törensel birer davranış türü olan “rit”ler, geçmişe ilişkin kutsal birer öykü olarak mitlerin, içinde bulunulan zamanda yeniden yaşatılması, canlandırılması demektir. İnsanoğlu ritlerle, yaradılışa, var oluşa, başlangıca, öze dönüşü eylem alanına taşımakta; o kutsal öyküleri kendisi de bir birey olarak yeniden yaşamaktadır. Bu, riti uygulayan topluluğun ve bireyin, evren, dünya, doğa ve var oluş üstünde, mit aracılığıyla kurduğu bir tür egemenlik olarak da görülebilir (6). Günümüzde, camide ya da kilisede bir arada ibadet eden bir topluluk, kutsal kitabın emrettiği ve peygamberin uyguladığı bir davranışı tekrarlamakla dinlerinin doğduğu zamana geri dönmekte, ama aynı zamanda o dinin var oluşa ilişkin tüm açıklamalarını da yeniden doğrulamaktadır. Bir aşkınlık durumu olan rit sayesinde riti uygulayanların gözünde dünya ve yaşam yerine oturmakta, anlamlı, giderek kutsal hale gelmektedir. Benzer şekilde; doğum, ad verme, ergenlik, evlilik, ölüm gibi durumlarda yinelenen geleneksel davranış biçimleriyle insanlar, soylarının bütün bir geçmişini arkalarına almakta, böylece kendilerini daha bir güvende hissetmektedirler.

2.3. Mitin Başlıca İşlevleri (7)

Yukarıda da belirtildiği gibi mit, öncelikle insanın çevresindeki her şeyi, geçmişi ile birlikte açıklama çabasının bir ürünüdür. Öyleyse mitin ilk işlevi, insanın kafasındaki “dünya ne zaman yaratıldı?”, “dünyadan önce ne vardı?”, “evren nasıl oluştu?” gibi sorulara anlamlı ve inandırıcı yanıtlar vermektir.

İkinci olarak, mit, insanoğluna; kendi var oluşu, yaşadığı hayat, doğa, canlılık vb. hakkında anlamlı ve inandırıcı, bir o kadar da saygı ve huşu uyandırıcı gerekçeler sunar.

Mitin başka bir işlevi de, içinde yaşanılan toplum düzenine ve bu düzene yön veren ideolojilere bir onay mekanizması sağlamasıdır. Mitler sayesinde insanlar, örneğin, padişahın, tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğuna ya da batılılaşmanın tek uygarlaşma modeli olduğuna vb. inanırlar.

Mit, öte yandan hayatın sonuna, ölüm sonrasına ilişkin bir fikir de vermelidir (eskatoloji). Aksi halde insanın hayata olan bağlılığı azalacak, üretkenliği, topluma uyumu zayıflayacaktır. Mit, bu dünyadaki davranışlarına bağlı olarak insana, ölümden sonraki hayat hakkında bir vaatte bulunmakla, onun hayata bağlılığını ve toplumsal kurallara uyumunu güvence altına almaktadır. Bu vaat, kimi zaman öbür dünyadaki cennet, kimi zaman ruhun başka bir kimlikle yeniden dünyaya gelmesi (reenkarnasyon) biçiminde olabilir.

Buradan da anlaşılacağı üzere, mit, bir yandan var oluşu, bir yandan da yok oluşu anlatmakta; ancak her yok oluşun ardından yeni bir var oluş gelmektedir. Bu niteliğiyle mitin, başladığı yere dönen ve yeniden başlayan bir çevrim olduğu söylenebilir. Bu çevrim modeli, insanlara, hep bir umut aşılamakta, yok oluşların, felaketlerin, tufanların ardından yeniden doğuşu müjdelemektedir.

2.4. Hayatın İlk Yarısı / İkinci Yarısı (8)

Daha önce de belirtildiği üzere mitler, Carl Jung tarafından kolektif bilinç dışının yarattığı ruhbilimsel davranış biçimleri olarak tanımlanmıştır. Bunun anlamı, mitlerin, toplum, evren, dünya ve öbür dünya hakkında birer açıklama olmanın yanı sıra; tek bir bireyin yaşam öyküsüne de uyarlanabilecek olmasıdır. Psikanalizde yararlanılan bu uyarlamada, mitler, insan davranışlarını açıklamak amacıyla, hayatın ilk yarısına ilişkin olanlar, hayatın ikinci yarısına ilişkin olanlar ve hayatın her iki yarısına ilişkin olanlar biçiminde bir ayrıma tabi tutulurlar. Hayatın ilk yarısı, doğum öncesini ve doğumu, çocukluğu, yetişkinliği; ikinci yarısı ise olgunluğu, ermişliği ve ölümü kapsar. Birinci yarıda birey (ya da kahraman), aileden koparak bağımsızlaşır, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenir, bir yetişkin olur. Birinci yarıdan farklı olarak ikinci yarı, bir tür iç yolculuktur. Söz konusu iç yolculuk sonucunda birey kendini ve dünyayı daha iyi tanır, kendi benliğiyle barışır ve bilgeleşir. Artık ölüme ve dolayısıyla yeniden doğuşa hazırdır.

2.5. Kahraman Mitleri

Prometheus göklere çıktı, tanrılardan ateşi çaldı ve aşağı indi (9).

Mitolojik bir figür olarak “kahraman”, tanrılaştırılmış bir insan olarak tanımlanabilir. Mit, gerçeğin ve bilginin taşıyıcısı ise kahraman da mitin taşıyıcısı, giderek yaratıcısıdır denilebilir.

Kahraman mitleri, tek bir bireyin (kahramanın) yaşam öyküsünden oluşan mitlerdir. Bu açıdan, psikanalitik incelemeye daha uygun oldukları söylenebilir. Kahraman, insana özgü sınırları aşabilen, sıradan insanların yapamadıklarını yapan, tanrılara (düzene, otoriteye) meydan okuyan bir bireydir. (10). Sınırları aşarken acılar çeker, kendini içinde yaşadığı toplumun yüce amaçları uğruna kurban eder. Onun katlandığı özveriler ve acılar sayesinde insan ve toplum bir dönüşüm geçirir ve başka bir evreye ulaşır.

Bir kahramanın yaşamı, sıradan insanların yaşamına benzemez. Yaşamı boyunca; alışılmamış olaylarla, serüvenlerle, engellerle karşılaşır, genel olarak da söz konusu engelleri aşıp başarıya ulaşır Kahramanın yaşamı, bir yolculuğa, bir arayışa da benzetilebilir. Kozmogoni mitlerinde olduğu gibi, bir tür çevrim biçimindeki bu yolculuk, genellikle başladığı yerde biter. Ancak herhangi bir kahraman mitinde birden fazla çevrime (birden fazla başlangıç ve bitime) de rastlanabilir.

Bir kahraman miti, kabaca “ayrılma”, “sınav” ve “dönüş” aşamalarından oluşur (11).

Ayrılma, yola çıkışı ifade eder. Kahraman, bir amaç uğruna yola çıkar.

Sınav aşamasında kahraman, türlü engellerle karşılaşır, bir takım güçlerin yardımıyla zorlukların üstesinden gelir ve amacına ulaşır.

Dönüşte ise, kahraman istediğini elde etmiş olarak, başladığı yere döner.

Yolculuğun amacına ulaşması, kahramanın içinde yaşadığı toplumun mutluluğuna hizmet eder.

Söz konusu aşamaların her biri kendi içinde ayrı bir yolculuk da sayılabilir. Bunlardan “ayrılma” ve “sınav” hayatın ilk yarısına, “dönüş” ise ikinci yarısına karşılık gelir.

Kahramanın yukarıda kaba çizgileriyle anlatılan hayat öyküsü Raglan tarafından, hayatın her iki yarısını da kapsayacak biçimde daha ayrıntılı hale getirilmiş ve bir kahraman şeması oluşturulmuştur (12).

Bu şemaya göre;

• Kahramanın annesi kraliyetten ya da soylu bir aileden gelir.
• Genellikle annenin yakın bir akrabası olan baba bir kral ya da yüksek mevkide bir insandır.
• Annenin hamileliğinde olağan olmayan yanlar vardır.
• Kahraman, doğduğunda babası ya da anne dedesi tarafından öldürülme girişiminde bulunulursa da bu girişim başarılı olmaz.
• Evinden atılır ve uzak bir yere gönderilir.
• Gönderildiği yerde üvey anne - baba tarafından yetiştirilir.
• Çocukluk dönemi hakkında yeterli bilgi yoktur.
• Büyüyüp bir yetişkin olduğunda, gelecekte kral olacağı yere gider ya da döner.
• Giderken, bir krala, canavara vb. karşı savaş vermesi ve bu savaşı kazanması gerekir.
• Bir prensesle evlenir ve kral olur.
• Bir süre olaysız olarak hüküm sürer.
• Yasa yapar.
• Daha sonra tanrıların ve/veya koruyucusunun desteğini yitirir ve yetkileri elinden alınarak sürgüne gider.
• Artık görevini tamamlamıştır. Erken yaşta ölür.
• Ölüsünün gömüldüğü yere bir anıt mezar yaptırılır.
• Artık o tanrılar katına çıkmıştır. “Tanrının oğlu” olarak adlandırıldığı da olur.

Bu şemanın bütün kahramanlara birebir uyarlanması mümkün olmamakla birlikte; bir kahramanın yaşamında şemanın içerdiği öğelerin bazılarının bulunması beklenir.

Söz konusu öğeler çoğunlukla simgesel olarak ve geniş anlamda okunur. Örneğin bir kahraman, doğduğunda öldürülme girişiminde bulunulmasa ya da doğar doğmaz ailesinden uzaklaştırılmasa bile çoğunlukla çocukluk döneminde yaşadığı bir acı, ailesiyle girdiği bir çatışma vardır.

Psikanalitik olarak bakıldığında, bir bebeğin annesinin memesinden ayrılması bile bir tür kopuş, bir tür uzaklaşma, acılı bir durum olarak yorumlanabilir.

Belki bu nedenle kahramanların temel güdülerinden biri, anneyi memnun etme, bu yolla ona yeniden “kavuşma” düşüncesidir. Sözgelimi, yurduna hizmet etme tutkusu içindeki bir kahramanın gözünde yurt, annenin yerine geçen bir imgedir.

Doğuştan gelen bir zeka ve yeteneğe sahip olması gereken kahraman, ancak toplumsal koşulların uygun olması, toplumun ona ihtiyaç duyması halinde ortaya çıkar; daha doğrusu ancak bu durumda kahramanlık mertebesine erişir. Hz. Muhammed’in İslam peygamberi olarak ortaya çıkmasının, o günkü Arabistan’da yaşanan ve “cahiliye devri” olarak bilinen toplumsal bunalım dönemine denk düşmesi, buna örnek olarak gösterilebilir.

2.6. Günümüzde Mitler

Bir mit, var oluşa ilişkin açıklama gücünü, dolayısıyla inandırıcılığını yitirdiği anda yok olur. O andan itibaren bir mit olarak değil, olsa olsa bir öykü olarak, bir destan olarak, bir oyun olarak, yani bir yazınsal ürün olarak varlığını sürdürebilir. Ancak bu, günümüzde mitik düşüncenin yok olduğu anlamına gelmez. İnsanoğlu, her çağda olduğu gibi bugün de akıl ve bilim yoluyla kavrayamadığı gerçekleri mitler yoluyla açıklamaya devam etmektedir (13).

Örnek vermek gerekirse, dünya ve toplum düzeni hakkında genel bir düşünüş biçimi ve bir model oluşturma girişimi olarak tanımlanabilecek olan sosyalizm, milliyetçilik, batılılaşma gibi ideolojilerin, çağdaş birer mit oldukları söylenebilir (14).

3. Bir Mit Olarak Batılılaşma

Yukarıda da belirtildiği gibi, çağımızın mitleri ideolojilerdir. İdeolojiler, bütün toplum yapısını ve işleyişini kapsamına alan ve içlerinde birer eylem planı barındıran düşünce ve inanç sistemleridir. (15). İdeolojileri yaratan ya da geliştiren düşünce adamları (ideologlar) da birer peygamber (kahraman) olarak görülebilir (16).

Mete Tunçay’a göre Türkiye’nin son iki yüz yıllık tarihinde, bir çağdaşlaşma ve uygarlaşma modeli olarak en etkili olmuş ideoloji Batılılaşma ya da Batıcılık olarak adlandırılan ideolojidir (17). Batılılaşmayı Şerif Mardin, “Osmanlı imparatorluğunda başlayıp cumhuriyet Türkiye’sinde yeni boyutlar kazanan, Batı Avrupa’nın toplumsal ve fikirsel bileşimini, erişilmesi gereken bir hedef olarak gören yaklaşım” (18) biçiminde tanımlamaktadır. Batılılaşma Niyazi Berkes’e göre “ütopyacı bir bireycilik”(19); Tarık Zafer Tunaya’ya göre de “’bu devlet nasıl kurtarılabilir ?’ sorusuna verilen cevap”tır (20).

Batılılaşma düşüncesi, Batı uygarlığının ileri bir uygarlık olduğu varsayımına dayanır. Bilindiği gibi Batı Avrupa’da ortaya çıkan Batı uygarlığı, temeli Yunan-Roma uygarlığına dayanan, Rönesans-Reform ve aydınlanma aşamalarından geçerek kültürel ve düşünsel düzeyde; sanayi devrimi aşamasından geçerek de ekonomik düzeyde kendini geliştiren bir uygarlıktır. Bu uygarlığa mensup ülkeler, yönetim biçimi olarak laiklik temelinde parlamenter bir demokrasiyi benimsemişlerdir.

Türkiye’de Batılılaşma düşüncesinin geçmişi 17. yüzyıl sonlarına kadar gider. İkinci Viyana Kuşatmasının yenilgiyle sonuçlandığı 1683 yılı, hem Osmanlı’nın uzun süren fetih ve genişleme döneminin sonu, hem de batılılaşma düşüncesinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Savaş meydanlarındaki yenilgiler ve toprak kayıpları sonucunda ilk alınan önlem, Avrupa’nın askeri tekniklerinin öğrenilmesi amacıyla Avrupa’dan öğretmenler getirilmesi ve teknik okullar kurulması olur (21). İzleyen dönemlerde, Osmanlı’nın güç kaybetmeye devam etmesi ile bağlantılı olarak Avrupa ülkeleri ile olan ilişkiler, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlara da yayılır.

Batılılaşma yolunda en önemli aşamalardan biri Tanzimat Fermanının yayınlanması olarak kabul edilir. Tanzimat; Osmanlı Devleti’nin, güçsüz durumda olduğu bir dönemde, Rusya ve Avusturya İmparatorluklarına karşı İngiltere ve Fransa ile girdiği siyasal ve ekonomik bir ittifak olarak görülebileceği gibi, özellikle azınlıkların haklarını güvence altına almayı amaçlayan anayasal bir belge olarak da tanımlanabilir. Tanzimat ile birlikte Batı uygarlığına ait değerler, İslami değerlerin yanında resmi bir ideoloji durumuna gelmiştir (22).

Tanzimat döneminde eğitimde de batılı yöntemler benimsenmiştir. Batı’dan öğretmenler getirilmiş, yüksek okullarda yabancı dil öğretimine başlanmış ve Avrupa’ya öğrenciler gönderilmiştir. Yabancı dil öğrenenler ve Avrupa’ya öğrenime gidenler, yalnız öğrenim gördükleri alanın kaynaklarından değil, Avrupa düşünce ve sanat dünyasının öteki kaynaklarından da yararlanma olanağı bulmuşlardır. Bununla birlikte temel olarak İran ve Arap kültürüyle yetişmiş olan Osmanlı aydınlarının Batılı bilgi ve düşünce biçimini benimsemeleri kolay olmamıştır. Bu nedenle Tanzimat aydını, hiçbir zaman tam anlamıyla batılı bir aydın olamamıştır (23).

Batı’da okuyan, yabancı dil öğrenen ve Batılılaşma düşüncesinin başta gelen savunucuları olan Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet dönemi aydınlarının düşünce sistemine yön veren başlıca ilkeler; uygarlık ve ilerlemeden yana olmak, bilimden yana olmak, yasa ve düzenden yana olmak, özgürlük ve demokrasiden yana olmaktı. Bu ilkelere göre uygarlık ve ilerleme ile İslam arasında herhangi bir çelişki yoktur. Avrupa uygarlığı ve bilimi Müslümanların “yitik malı”dır, geçmişte Avrupa’nın İslam’dan devralıp geliştirdiği miras şimdi tekrar İslam dünyasına ithal edilebilir. Uygarlığın bütün nimetlerinin ortaya çıkışı bilim ve akla bağlıdır. Bunlar, Müslüman halkın zihniyet ve dinini değiştirmeden benimsenebilir. Bu amaçla genel kamu eğitimine önem verilmelidir. Temel hakların güvence altına alındığı, parlamenter bir demokrasi oluşturulmalıdır. Buradan da anlaşılacağı gibi, dönem aydınlarının Batılılaşmaya olan yaklaşımı, sosyoloji ve ekonomi perspektifinden uzak, siyaset ağırlıklı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, siyasetin ekonomiden teknolojiye her şeyi kurmaya ve düzenlemeye yeterli olduğu öngörüsüne dayanmaktadır (24).

Meşruti yönetime geçiş için mücadele veren Yeni Osmanlılar örgütü bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yapısı ve programı açısından zayıf bir örgüt olarak gösterilen Yeni Osmanlılara mensup aydınlar arasında tam bir görüş birliği yoktu. Genel olarak, Osmanlı’nın dünya egemenliğinin, Batı’nın parlamenter demokrasi modelinin benimsenmesiyle yeniden kurulabileceğini savunan örgütün bu düşünceleri, daha sonraki meşrutiyetçi kuşağı ve örgütleri etkilemiştir (25). Örgütün asıl önemi ise, Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma ve dolayısıyla demokratikleşme tarihi içinde aşağıdan yukarı ilk hareket, başka bir anlatımla ilk başkaldırı olmasından gelir. Birinci Jön Türkler olarak da anılan grup, Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla merkezin kitleye tanıdığı hakların garantisiz, padişah iktidarının ise sınırsız olduğunu ileri sürmüş ve ilk kez “vatan”, “millet”, “hürriyet”, “eşitlik”, “meşrutiyet”, “birey hakları” kavramlarını gündeme getirmiştir (26).

Batılılaşma ideolojisi, yukarıda da belirtildiği gibi, Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş içine girdiği, neredeyse yok olmaya yüz tuttuğu bir dönemde, bu kötü durumdan bir çıkış yolu, mutlu bir gelecek vaadi olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum, mitlerin, her yok oluşun ardından yeni bir var oluşu öngören genel özelliğine uygun düşmektedir. Batılılaşmanın bir ideoloji olarak biçimlendirilmesinde ve topluma sunuluşunda kullanılan aşağıda değinilecek kimi unsurlar da, mitlerin hem o günkü egemen ideolojiyi (İslamlığı ve Padişahlığı) onaylama; hem de başlangıca, öze dönüş, altın çağı, cenneti arama özelliklerine karşılık gelmektedir.

Gerçekten de;

• Avrupa uygarlığının ve biliminin Müslümanların “yitik malı” olduğu ve bu uygarlığın benimsenmesiyle o ”yitik mal”a yeniden kavuşulacağı,
• Batılılaşma hareketinin ve bu kapsamda ileri sürülen Meşrutiyet talebinin İslam diniyle herhangi bir çelişkisinin bulunmadığı, aksine Meşrutiyetin, yani meclisi de içeren bir düzenin İslam’da yer alan “meşveret” (danışma) ve “şura” (danışma kurulu) kurumlarının yeniden canlandırılması olduğu (27),
• Özellikle Yeni Osmanlılar tarafından savunulan, Batının tüm kurumlarının değil ama siyasal rejiminin benimsenmesiyle, asıl amaç olan, Osmanlı’nın eski parlak günlerine dönülebileceği

görüşleri, Batılılaşmanın, topluma yepyeni bir çağdaşlaşma modeli olarak değil, geçmişte var olan bir modele yeniden dönülmesi biçiminde sunulduğunu göstermektedir. Namık Kemal’in şu sözü anlamlıdır: “Avrupalılar varsın Osmanlıların mutluluğunu mezarda saysın. Bizce bilinir ki o mezarda değil, ana rahmindedir” (28).

Bir mit olarak Batılılaşmanın, insanlarda heyecan yaratması, saygı ve huşu uyandırması ise, Yeni Osmanlılarca ortaya atılan “vatan”, “millet”, “hürriyet”, “eşitlik”, “meşrutiyet”, “birey hakları” gibi kavramlarla sağlanmıştır denilebilir.

İslamlıkla, Doğulu değerlerle, Osmanlı ile bir arada sunulmaya çalışılan Batılılaşma ideolojisinin, söz konusu kültürlerle bağdaşıp bağdaşmadığı, aydınlar arasında bugün de süren tartışmalara neden olmuştur. Örnek vermek gerekirse Hilmi Ziya Ülken, modernleşmenin, eski ve yeninin “garip bir uzlaşması” ile ya da “pasif bir kopyacılık” ile başarılamayacağını, “tekniği Batı’dan alalım, fakat ahlakımızda, hukukumuzda şarklı kalalım” denilemeyeceğini, toptan bir dünya görüşü seviyesine varmadıkça çağdaş kültüre girmenin mümkün olmadığını ifade ederek sorunu ortaya koyar (29).

Bütün bu tartışmalarla kendi içindeki çelişki ve tutarsızlıklar sergilense de Batılılaşma; Avrupa Birliği’ne girişin resmi bir hedef olarak belirlendiği ve bu hedefin geniş toplum kesimleri tarafından benimsendiği 21. yüzyıl başı Türkiye’sinde, en etkili ideoloji olmaya devam etmekte, başka bir anlatımla yaşayan bir mit olma özelliğini sürdürmektedir.

4. Bir Kahraman Olarak Namık Kemal

4.1. Yaşamı (30)

Asıl adı Mehmed Kemal olan Namık Kemal, Batılılaşmanın simge belgesi sayılan 1839 Tanzimat fermanından yaklaşık bir yıl sonra 21 Aralık 1840’ta, anne dedesi Abdüllatif Paşa’nın vergi toplayıcısı olarak görevli bulunduğu Tekirdağ’da doğdu. Babası Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey, annesi kültürlü bir kadın olan Fatma Zehra Hanımdı. Sadrazamlar, komutanlar yetiştirmiş soylu bir aileden gelmekle birlikte yoksul bir memur olan Mustafa Asım Bey, karısının ölümüne kadar, eşi ve çocuğu ile birlikte Abdüllatif Paşa’nın yanında oturur. Aile 1845 yılında Abdüllatif Paşa’nın atandığı Afyon’a taşınır. Burada, Namık Kemal 8 yaşındayken annesi Fatma Zehra Hanım ölür. Bunun üzerine İstanbul’a gelirler. Namık Kemal burada üç ay süreyle Beyazıt Rüştiyesi’ne, dokuz ay süreyle de Valide Mektebine gönderilir. Namık Kemal’in bütün resmi öğrenim hayatı bu kadardır. Daha çok evde eğitim görmüş, kendi kendini yetiştirmiştir.

Abdüllatif Paşa 1853 yılında Kars mutasarrıflığına atanır, Namık Kemal’i de yanında götürür. Paşa’nın bir sonraki görev yeri 1855 yılında yine mutasarrıf olarak atandığı Sofya’dır. Namık Kemal burada şiir çalışmalarına başlar. Henüz 16 yaşındayken 1856 yılında Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin kızı Nesime ile evlendirilir.

Sofya’dan 1857 yılında İstanbul’a dönerler. Bir yıl sonra anneanne Mahdume Hanım, 1858 yılında da Abüllatif Paşa ölür.

Namık Kemal, İstanbul’a gelince Bab-ı Ali Tercüme Odası’na girmiş, burada önceden bildiği Arapça ve Farsçaya ek olarak Fransızca öğrenmiş, Batı hakkındaki ilk bilgilerini edinmiştir. Kemal, 1862 yılında, o sırada Tasvir-i Efkar gazetesini çıkarmakta olan Şinasi ile tanışmış ve Tercüme Odası’ndaki görevinin yanı sıra adı geçen gazetede de çalışmaya başlamıştır. Yaklaşık üç yıl süren birlikte çalışma döneminde Kemal, Şinasi’nin Batılılaşmaya yönelik düşüncelerinden büyük ölçüde etkilenmiş, bu arada aranan ve sevilen bir gazeteci olmuştur.

Şinasi, 1865 yılında sadrazam Ali Paşa’ya karşı düzenlenen bir suikast nedeniyle kovuşturmaya uğrayabileceğinden korkarak Paris’e kaçınca Namık Kemal Tasvir-i Efkar’ı tek başına yönetmeye başlar. Onun yönetiminde gazete daha atak ve cesur bir yayın politikası izleyecektir.

Namık Kemal, 1865 Haziranında gizlice kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne kurucu üye olarak katılır. Gazetede siyasal konulara ağırlık vermeye başlar. Cemiyet, parasal desteğini Mısır Prensi Mustafa Fazıl Paşa’dan almaktadır.

Meşrutiyet düşüncesini savunan Yeni Osmanlılar, açıkça ifade edemeseler bile o sırada padişah olan Abdülaziz’in yerine Veliaht Murat Efendi’nin tahta geçmesini istiyorlardı. Bu arada Namık Kemal gazete yazılarında sesini yükseltmeye başlamış, halkın öfkeli duygularını yansıtan bir yazar konumuna gelmişti. Bir yandan da Osmanlı Devleti’nin kuruluş, yükseliş dönemlerindeki kahramanlıkları anlatan tefrikalarla, kitapçıklarla halkı coşturmak, ulus sevgisini, memleket sevgisini yüceltmek çabası içindeydi. Öte yandan dilde sadeleşmeyi, edebiyatın ulusun dili olması gerektiğini savunuyordu. Ülke sorunlarının gazetelerde tartışılmasına tahammülü olmayan Sadrazam Ali Paşa, Namık Kemal’e haber göndererek fazla ileri gitmemesini, daha iyisi gazeteyi bırakmasını önerdi.

1867 yılı mart ayı başında yayınlanan Kararname-i Ali ile Tasvir-i Efkar dahil bütün gazeteler kapatıldı. Namık Kemal Erzurum Vali Yardımcılığına atandı. Ancak Erzurum’a gitmeyip, bir yıldan beri Paris’te sürgünde bulunan Mustafa Fazıl Paşa’nın daveti üzerine Ziya Bey, Agah Efendi, Ali Süavi ile birlikte 17 Mayıs 1867 tarihinde Paris’e kaçtı. Yeni Osmanlıların diğer üyeleri de kısa zaman içinde İstanbul’dan ayrılıp Paris’te Mustafa Fazıl Paşa’nın çevresinde toplandılar. Paris’te Mustafa Fazıl Paşa’nın önderliğinde Jeune Turc partisi kuruldu.

Bir süre sonra Padişah Abdülaziz tarafından bağışlanan Mustafa Fazıl Paşa İstanbul’a döndü. Bununla birlikte Yeni Osmanlılara yardım göndermeye devam ediyordu. Namık Kemal, Ziya Bey ve arkadaşları, Haziran 1868’de baskısını Londra’da yaptırdıkları Hürriyet Gazetesini yayınlamaya başladılar. Gazete gizlice İstanbul’a da sokuluyor ve açıkça okunuyordu. Gazetede esas itibariyle meşrutiyet fikri savunulmaya devam ediliyordu. Bu arada sadrazam Ali Paşa’yla yakınlaşan Mustafa Fazıl Paşa, Ali Paşa’nın isteğiyle Ağustos 1869 tarihinde Yeni Osmanlılardan Hürriyet’in yayınına ara verilmesini istedi. Namık Kemal Hürriyet’ten ayrıldı ve Londra’ya gitti.

Artık Mustafa Fazıl Paşa’ya olan inancını yitirmiş olan Namık Kemal, bu sırada Zaptiye Nazırı Hüsnü Paşa’dan bir mektup aldı. Bu mektupta Sadrazam Ali Paşa’dan özür dilemesi halinde affedileceği ve yurda dönmesine izin verileceği belirtiliyordu. Ancak Namık Kemal bu mektuba cevap vermedi. İki hafta sonra ise biri sadrazam Ali Paşa’nın mühürdarından (özel kalem müdürü), öbürü Mustafa Fazıl Paşa’nın damadı Viyana elçisi Halil Şerif Paşa’dan olmak üzere aldığı iki mektupta, özür dilemese bile dönmesine izin verildiği ve dönerken Viyana elçisi tarafından bir süre konuk edileceği belirtiliyordu. Bunun üzerine dönüş çağrısını kabul etti. Bir süre Viyana’da kaldıktan sonra 24 Kasım 1870’de İstanbul’a döndü.

Dönüşünden sonra birkaç kez Sadrazam Ali Paşa tarafından konuk edilen Namık Kemal, Ali Paşa’nın 6 Eylül 1871’deki ölümüne kadar gazetecilikten uzak durdu. Ali Paşa ölünce Mahmut Nedim Paşa sadrazam oldu. Çıkarılan genel afla sürgündeki yeni Osmanlılar da yurda döndü. Namık Kemal, arkadaşları ile birlikte bir Ermeni’ye ait İbret gazetesini satın alarak yeniden basın hayatına döndü ve gazetenin başyazarlığını üstlendi. Gazetedeki yazılarında siyasal görüşlerini savunmayı sürdürdü. Ancak, “bir türlü ılımlı davranmayı beceremeyen, Mithat Paşa’yı de nedense pek seven bu atak yazarların gazetesi 9 Temmuz 1872’de kapatılıverdi.” Gerekçe, halkın zihnini bulandırmaktı.

Namık Kemal bu defa Gelibolu mutasarrıflığına atandı ve 26 Eylül 1872’de göreve başladı. Üç ay sonra görevinden alınması üzerine İstanbul’a geldi ve yeniden İbret’in başına geçti. Bu dönemde basın özgürlüğünü işleyen ve hükümeti eleştiren yazılara ağırlık verdi. Şubat 1873’te NamıkKemal’in bir yazısı üzerine İbret bir ay süreyle tatil edildi. Bu arada akşamları, umut bağladıkları şehzade Murat’ın tahta geçmesini isteyen bir gençler grubuyla evinde toplantılar yapıyordu.

1 Nisan 1873’te Güllü Agop’un Gedikpaşa Tiyatrosunda Namık Kemal’in yazdığı Vatan Yahut Silistre oyunu oynanmaya başladı. Halkın oyuna gösterdiği aşırı ilgiye ve izleyicilerin oyunun gösterimi sırasında Şehzade Murat lehine attıkları sloganlara kızan padişah Abdülaziz, 5 Nisan 1873 tarihli özel buyruğuyla İbret’i temelli kapattırdı. Namık Kemal de Padişahın 10 Nisan 1873 tarihli buyruğuyla “kalebent” olarak (zindanda yaşamak üzere) Magosa Kalesi’ne sürüldü.

Magosa’da geçirdiği 38 aylık dönem, Namık Kemal’in edebiyatçı olarak en verimli dönemi oldu. Burada yazdığı ve elden ele dolaşan “Vatan Kasidesi” gibi şiirleri nedeniyle “vatan ve hürriyet şairi” olarak anılmaya başladı.

30 Mayıs1873’te Abdülaziz düşürülüp Veliaht Murat Efendi tahta çıkınca Namık Kemal affedildi ve 7 Haziran 1876’da, bir özgürlük kahramanı olarak başkente döndü. 31 Ağustos 1876’da, akli dengesini yitirdiği söylenen Murat’ın yerine II. Abdülhamit tahta çıkarıldı. Namık Kemal ve Ziya Bey, Şura-yı Devlet (Danıştay) üyeliğine atandılar. Daha sonra da 8 Ekim 1876’da kurulan Kanun-i Esasi komisyonunda görevlendirildiler. Bu dönemde Namık Kemal, padişaha en yakın kimseler arasında yer aldı.

Komisyonca hazırlanan metinde Bab-ı Ali (hükümet) tarafından önerilen ve padişahça onaylanan değişikliklerle ruhundan uzaklaşan anayasa, Abdülhamit tarafından 23 Aralık 1876 tarihinde imzalanarak yürürlüğe girdi. Mecls-i Mebusan da 19 Mart 1877’de toplandı.

Osmanlı Rus savaşında alınan yenilgi meclisteki eleştirileri sertleştirince Şubat 1878’de meclis üyelerinden bazıları tutuklandı ve Meclis bir daha toplanamadı. Bu arada yoğun bir jurnalcilik dönemi başladı.

Namık Kemal Nisan 1877’de bir jurnal üzerine tutuklandı. Bir süre tutuklu kaldıktan sonra mahkemece aklandıysa da İstanbul’dan uzaklaşması gerektiği bildirildi. Gideceği yeri kendisinin seçmesine izin verildi, o da Temmuz 1877’de Midilli adasına gitti. Magosa’dan sonra en çok yapıt verdiği yer Midilli’dir. Midilli’deki zorunlu ikameti sırasında kendisine maaş ödenecek, ancak bir görev verilmeyecekti. Ancak, Mahmut Nedim Paşa’nın Dahiliye Nazırlığı’na getirilmesi üzerine Namık Kemal 1879 Nisanında Midilli mutasarrıflığına atandı. Beş yıl bu görevi sürdürdükten sonra 1884’te Rodos mutasarrıflığına, 1887 Kasımında da Sakız Mutasarrıflığına atandı.

Bu arada sağlığı bozulmaya başlamıştı. Yazmakta olduğu Osmanlı Tarihinin birinci cildi altı bin adet basılarak İstanbul’da satışa çıktı ve kısa sürede tükendi. Ancak yine bir jurnal üzerine kitabın ikinci baskısı durduruldu ve ilk baskıdan kitapçılarda kalanlar da toplatıldı. Bu olay Namık Kemal’i çok üzdü. Zatürree nedeniyle 2 Aralık 1888 tarihinde Sakız’da öldü. Öldüğünde 48 yaşındaydı. Vasiyetine uyularak özel izinle Bolayır’a gömüldü. Namık Kemal için, giderleri Padişah tarafından karşılanan ve planları Tevfik Fikret tarafından çizilen bir türbe yaptırıldı.

4.2. Namık Kemal’in Kahramanlığına İlişkin Unsurlar

Biz, yurt ve ulus sözcüklerini ağzına alamayan ve kimsenin ağzından işitmeyen bir kuşağın çocuklarıyız (31).

Genellikle baskıcı yönetime başkaldırmış bir “vatan ve hürriyet şairi” diye anılan ve “zindandan şiirler söyleyen” bir sanatçı imgesine sahip olan Namık Kemal, her şeyden önce bir düşünce ve eylem adamıdır. Bu nedenle, gazeteciliği, edebiyatı ve tiyatroyu, meşrutiyet ve çağdaşlaşma ülküsü doğrultusunda birer araç olarak görmüş ve kullanmıştır (32).

Siyasal tarihçi Sina Akşin, Namık Kemal’in yaptığı katkıyı şöyle değerlendirir (33):

“Hemen her alanda yaptığı büyük etki, açtığı çığır düşünülürse, vatan ve hürriyet şairi ve düşünürü Namık Kemal belki de 19. ve 20. yüzyıl düşünce tarihimizin en büyük simasıdır. Zira onun edebiyat ve düşünce ürünleri bu ülkede demokrasi ve ulusçuluk davasına, yani çağdaş bir toplum kurma işine kendini adamış olan, II. Meşrutiyetin ve Cumhuriyetin kurucularının en başta gelen düşünce ve duygu gıdalarını oluşturmuştur. İlk vatan şairi ve edibi olarak edebiyatımızda hem ilk, hem de (nedense) biriciktir. Türkiye’de ilk kez İslami unsurları içeren özgün bir sentezle hürriyet ve demokrasinin kuramsal ve felsefi temellerini tarif edip açıklamıştır.”

Edebiyat araştırmacısı Mehmet Kaplan da Namık Kemal hakkındaki düşüncelerini aşağıdaki gibi ifade eder (34):

“Namık Kemal şahsiyeti ve eserleriyle Türkiye’de tesiri nesiller boyunca devam eden bir ‘hürriyet miti’ ve bir ‘hürriyet kahramanı” tipi yaratmıştır….O bir kalem efendisi değil veya devlet memuru değil, bir ‘düşüncenin kahramanı’dır.”

Namık Kemal’in, Batılılaşmayı, o günkü egemen ideoloji olan İslam ile bağdaştırmaya çalışması ve “vatan”, “millet”, “hürriyet” gibi heyecan verici yeni kavramlarla desteklemesi; Batılılaşmanın gelecek kuşakları, bu arada Atatürk de dahil olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti kurucularını, dönemler boyunca etkileyen bir mit haline gelmesinde en önemli rolü oynamış, bu açıdan Namık Kemal bir bakıma Batılılaşma mitinin yaratıcısı olmuştur. Başka bir anlatımla Namık Kemal, Batılılaşmanın temsil ettiği yeniden doğuşun bir tür Mesih’i ya da peygamberi olarak kabul edilebilir.

Öte yandan Namık Kemal’in yaşam öyküsüne biraz daha yakından bakıldığında, kahraman mitleri ile bağlantılı olarak başka bazı bulgular da elde edilebilir. Söz konusu bulgular, aşağıda, kahramanın genel özellikleri ve Raglan’ın kahraman şeması göz önünde tutularak sunulmaya çalışılmıştır.

1. Osmanlı yönetici elit’ine mensup soylu bir aileye mensup olması: Kahraman kraliyet soyundan gelir.
2. Küçük yaşta annesini kaybetmesi ve bu tarihten sonra, İstanbul’da oturan babası tarafından değil, İstanbul dışına görevle giden dedesi ve anneannesi tarafından yetiştirilmesi: Çocuklukta büyük bir acı yaşar, uzaklaştırılır, gerçek ana babası olmayan kişilerce büyütülür.
3. Evlenmesi, Sofya’dan İstanbul’a dönmesi, kısa bir süre sonra dedesi ile anneannesini kaybetmesi, Tercüme Bürosu’na girmesi: Gelecekte kral (ünlü bir gazeteci, vatan şairi, Anayasa Komisyonu üyesi) olacağı yere döner, ebeveyninden (kendisini büyütenlerden) ayrılıp bir aileye ve işe sahip olur, artık bir yetişkindir (hayatın ilk yarısına ilişkin hedefler).
4. Şinasi, Ziya Bey ve Mustafa Fazıl Paşa ile tanışması: Çıktığı yolda (Meşrutiyet hedefine giden yol) karşılaşacağı zorlukları aşması için güçlü varlıklar kahramana yardım eder.
5. Tasvir-i Efkar’ın başına geçmesi: Bu olay da hayatın ilk yarı hedefleri kapsamında, ana-babadan kopmanın ve yetişkin hale gelmenin başka bir örneği olarak ele alınabileceği gibi, kahraman şemasındaki “kral olma” öğesinin karşılığı olarak (Namık Kemal artık bir gazeteyi yönetebilecek kadar yetkin ve ünlü bir gazetecidir) yorumlanabilir.
6. Yeni Osmanlılarla birlikte Paris’e kaçması: Uzaklaştırılır ya da “ayrılır” (yola çıkar). Namık Kemal’in ve Yeni Osmanlılar hareketinin mutlakıyet rejimine karşı mücadelesi asıl şimdi başlamıştır.
7. Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğini çekmesi: Kahraman, desteklerini ve güçlerini yitirir. Şimdi Namık Kemal’in bir gazetesi ve bir unvanı yoktur.
8. Zaptiye Nazırı’ndan mektup alması ve bu çağrıyı yanıtsız bırakması: Dönüş çağrısını reddeder.
9. İkinci mektubu alması ve yurda dönmesi: Çağrıyı kabul eder ve gelecekte kral olacağı yere döner.
10. İbret Gazetesi’ne başyazar olması ve Vatan Yahut Silistre oyununun büyük bir ilgiyle izlenmesi: Kral (halk kahramanı) olur.
11. Magosa’ya sürgüne gönderilmesi: Yeniden uzaklaştırılır. Mağaraya çekilir ve düşüncelere dalar. Bir iç yolculuğa çıkar. Bedensel ve dünyevi olan her şeyi sınırlayıp manevi özünü açığa çıkarır. Magosa’da geçirdiği 38 aylık dönem, Namık Kemal’in edebiyatçı olarak en verimli dönemidir (hayatın ikinci yarısına ilişkin hedefler).
12. Sultan V. Murat’ın tahta geçmesiyle affedilmesi ve dönüşte Şura-yı Devlet ve Kanun-i Esasi Komisyonu üyeliğine getirilmesi, Meşrutiyet rejimine geçilmesi: Yolculuk hedefine ulaşır, kahraman kral olur, yasa yapar.
13. Bir jurnal üzerine Midilli’ye, daha sonra da Rodos ve Sakız’a gönderilmesi: Dönüş başlar. Kahraman istediğini elde etmiş olarak, başladığı yere (Doğduğu ve uzun yıllar yaşadığı taşraya, halkın arasına) döner.
14. Sakız adasında 48 yaşında hayata veda etmesi: Genç yaşta ölür.
15. Bolayır’da yaptırılan bir türbeye gömülmesi: Kahraman için bir anıt mezar yaptırılır.

Buradan da anlaşılabileceği gibi Namık Kemal’in yaşamında birden çok başlangıç, birden fazla son vardır. Bu yolculukta hayatın ilk yarısı ile ikinci yarısı neredeyse birbirine karışmış gibidir.

Bütün yaşamı boyunca; gazeteci, edebiyatçı, Şura-yı Devlet üyesi, Anayasa yapıcısı, mutasarrıf ya da sürgün olarak hep yurt sevgisiyle ve yurduna hizmet etme tutkusuyla hareket eden Namık Kemal’in, çektiği acılarla kendini toplumuna kurban verdiği söylenebilir.

5. Sonuç

Tanrıların ya da kahramanların başından geçen gizemli ve doğa üstü olaylar olarak tanımlanabilecek olan mit, bu niteliğiyle insanların var oluşla ilgili gerçekleri kavramak için getirdikleri açıklamalardan biri olarak görülebilir. İçinde inanç, saygı ve huşu öğelerini de barındıran mitler, topluluğun bir arada uyguladığı rit adı verilen törensel davranışlar aracılığıyla yaşatılırlar. Olayları anlamlı ve inandırıcı biçimde açıklama gücünü yitiren mitler ise mit olmaktan çıkarak yazınsal yapıtların konusu durumuna gelirler.

Mitlerin psikanalizdeki kullanımında, hayatın ilk yarısı ve ikinci yarısı ile mitler arasındaki ilişkiler üzerinde durulur. Bir yolculuk olarak tanımlanabilecek olan ve ayrılma, sınav ve dönüş aşamalarından oluşan kahraman mitleri bireysel kahramanların serüvenlerini işlediklerinden pskanalitik açıdan elverişli bir inceleme konusudur.

Türkiye’nin son iki yüz yıllık tarihinde en etkili ideoloji olan Batılılaşma da, öteki bütün ideolojiler gibi çağdaş bir mit sayılabilir. Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine girmesiyle birlikte ortaya çıkan Batılılaşma ideolojisi, topluma, karşı karşıya bulunulan güç durumlardan bir çıkış yolu, bir çağdaşlaşma projesi, bir cennet vaadi olarak sunulurken, sürekli olarak egemen ideolojilerle (İslamlık, padişahlık vb.) bir çelişki taşımadığı vurgulanmaya çalışılmıştır. Batılılaşma ideolojisinin kendi içinde taşıdığı tutarsızlıklar aydınların başlıca tartışma konularından biri olmuş, bununla birlikte bir mit olarak Batılılaşmaya olan inanç devamlılığını korumuştur.

Ünlü edebiyatçı ve düşünce adamı Namık Kemal, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin bir üyesi olarak arkadaşlarıyla birlikte Batılılaşmayı ve onun parlamenter demokrasi yanını bir hedef olarak benimsemiş ve mevcut düzene başkaldırarak, bu hedef doğrultusunda basın, tiyatro ve yazın yoluyla mücadele vermiştir. Onun düşünceleri ve ilk kez ortaya attığı vatan, millet, hürriyet gibi kavramlar kendisinden sonra gelen kuşakları da etkilemiştir. Türk düşünce hayatına ve demokrasi tarihine yaptığı katkılar ve yaşam öyküsünün kahramanların genel özellikleriyle karşılaştırılması sonucu elde edilen bulgular göz önünde tutulduğunda Namık Kemal’in mitolojideki anlamıyla bir kahraman olduğu söylenebilir.

NOTLAR


1. Campbell, 30.
2. Eliade,15.
3. Moran, 205.
4. Eliade, 52.
5. Cebeci.
6. “
7. “
8. “
9. Campbell, 42.
10. “ 30.
11. “ 46
12. Segal, xxıv.
13. Cebeci.
14. Mitolojiler Sözlüğü, C.II, 791.
15. Ana Britannica, C.XI, 478.
16. Mitolojiler Sözlüğü, C.II, 792.
17. Tunçay, 1924.
18. Mardin, 245.
19. Meriç, 243.
20. Tunaya, 238.
21. Meriç, 235.
22. Yurdaydın, 288-293.
23. Karal, 5 ve sonrası.
24. Çetinsaya, 54-71.
25. Ana Britannica, C.XXII, 369.
26. Tunaya, 238.
27. Kara, 235-264.
28. Fuat, 30.
29. Meriç, 242.
30. Fuat, 11-110.
31. Yalçın, 23.
32. Fuat, 113.
33. Akşin, 327.
34. Kaplan, 160

YARARLANILAN KAYNAKLAR


1. Akşin, Sina, “Düşünce ve Bilim Tarihi”, Türkiye Tarihi, Yay. Yön. Sina Akşin, Cilt III, 3. B. İstanbul, Cem Yayınevi, 1993, s. 321-343.
2. Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, 22 C. İstanbul, Ana Yayıncılık, 2000.
3. Campbell, Joseph, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, çev. Sabri Gürses, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2000.
4. Cebeci, Oğuz, “Evrensel Tür Mitoloji” (derste tutulan notlar), Yeditepe Üniversitesi, 2004.
5. Çetinsaya, Gökhan, “Kalemiye’den Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Yay. Yön. Murat Belge, Cilt I, 4. B. İstanbul, İletişim Yayınları, 2002. s.54-71.
6. Eliade, Mircea, Mitlerin Özellikleri, çev. Sema Rifat, 2.B., İstanbul, Om Yayınevi, 2001.
7. Fuat, Memet, Namık Kemal, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999.
8. Kaplan, Mehmet Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, C.III, 5.B. İstanbul, Dergâh Yayınları, 2004.
9. Kara, İsmail, “Hem Batılılaşalım Hem de Müslüman Kalalım”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Yay. Yön. Murat Belge, Cilt I, 4. B. İstanbul, İletişim Yayınları, 2002. s.234-264.
10. Karal, Enver Ziya, Tanzimat-ı Hayriye Devri, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 1999.
11. Mardin, Şerif, “Batıcılık”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Yay. Yön. Seyfettin Gürsel, C.I, İstanbul, İletişim Yayınları, 1983, s. 245-250.
12. Meriç, Cemil, “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Yay.Yön. Seyfettin Gürsel, C.I, İstanbul, İletişim Yayınları, 1983, s. 234-244.
13. Mitolojiler Sözlüğü, 2 C. Yayına Haz. Levent Yılmaz, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2000.
14. Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, (9. Baskı) İstanbul, Cem Yayınevi, 1994.
15. Segal, Robert A., “Introduction: In Quest of The Hero”, In Quest of The Hero, New Jersey, Princeton University Press, 1990. s. vii-xli.
16. Tunaya, Tarık Zafer, “Batılılaşmada Temel Araştırmalar ve Yaklaşımlar”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Yay. Yön. Seyfettin Gürsel, C.I, İstanbul, İletişim Yayınları, 1983, s. 238-239.
17. Tunçay, Mete, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Siyasal Düşünce Akımları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Yay. Yön. Seyfettin Gürsel, C.VII, İstanbul, İletişim Yayınları, 1983, s. 1924-1928.
18. Yalçın, Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, İstanbul, İş Kültür Yayınları, 2000.
19. Yurdaydın, Hüseyin, “Tanzimat Dönemi,” Türkiye Tarihi, Yay.Yön. Sina Akşin, Cilt III, 3. B. İstanbul, Cem Yayınevi, 1993, s. 288-293.