Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl-1 (Himmet UÇ)
 Namık Kemal ile Beiüzzaman arasında  davaları, hissiyatları, mücadeleleri yönünden birçok  benzerlik vardır. İki insan da geri kalışımız yüzünden huzursuz ve ne  yapmalı gibi soruları hayatları ile cevap arayan kimselerdir. Namık  Kemal yüz elli senedir devletin dertlerini benimsemiş bir ailenin oğlu  idi. Babadan babaya ta Topal Osman Paşaya kadar büyük cedleri iktidar  mevkiinin büyük işlerine karışmışlardı. Namık Kemal onların siyasi  hummalarına varisti.
Namık Kemal ile Beiüzzaman arasında  davaları, hissiyatları, mücadeleleri yönünden birçok  benzerlik vardır. İki insan da geri kalışımız yüzünden huzursuz ve ne  yapmalı gibi soruları hayatları ile cevap arayan kimselerdir. Namık  Kemal yüz elli senedir devletin dertlerini benimsemiş bir ailenin oğlu  idi. Babadan babaya ta Topal Osman Paşaya kadar büyük cedleri iktidar  mevkiinin büyük işlerine karışmışlardı. Namık Kemal onların siyasi  hummalarına varisti.Bediüzzaman ise, dinin karşısında  örgütlü olan batının ve batı düşüncesinin saldırgan tutumu karşısında  bir şey yapmaya iktidarı olmayan doğu düşüncesinin hezimetini düzeltmeye  çalışıyordu.
HAYATINI KUR’AN SAVUNMASINA  ADAYAN ZAT
Kur’an’ın Müslümanların elinden alınması  lazım geldiği konusunda radikal düşünceli İngiliz devlet adamının  tutumuna, Kur’an’ın anlaşılması için gerekeni yapacağı konusunda kendine  söz veren büyük bir ahid sahibi idi. Her iki insan da bir gidişten  üzgündüler, ama bir şey yapacak iktidarları da vardı. Bediüzzaman bütün  hayatını tahsil çağlarını hatta bize göre çocukluk  sayılacak ona göre yine büyük deha olan küçüklük yaşlarını bile ilme ve  yeterli bir Kur’an savunmacı olmaya harcadı. Hayatı taş taş İslamı  savunmak için geçti, günün birinde bu görevini Barla’ya sürgün  edildiğinde yerine getirmeye başladı. 1960 yılında öldüğünde “küfrün  bel kemiğini kırmış” bir inanılmaz büyük adam olarak öldü.
O devleti kurtarmak gibi zahiri  bir iddia ile değil dini ve özellikle imanı kurtarmak için çabaladı, ama  onu kurtarınca öteki de kurtulacaktı, önemli olan tarlaya suyu  dağıtmaktı, o da eserleri ile iman güneşi ve ibadet suyu dağıttı bütün  dünyaya, gittiği her yeri yeşertti ve büyük insanlar ortaya çıkarttı.  Bugün onun sayesinde Anadolu toprağı ve bütün dünya kökten tepeye büyük  bir değişim içine girdi.
Namık Kemal 21 Aralık 1840 ‘da  Tekirdağ’da doğdu. Bediüzzaman 1876’da Nurs’ta doğdu. Namık Kemal 1888  de öldüğünde Bediüzzaman on iki yaşlarındadır. Otuz altı haneli ve iki  yüz elli nüfuzlu Nurs köyünü Nurs Deresi suları ile ikiye ayırmakta,  dağların yamaçlarında basit ve kerpiçten evler sıralanmaktadır. 1876  yılı baharında bir seher vakti Nurs Köyü’nün kıbleye bakan yamacındaki  kerpiç duvarlı ve toprak damlı evlerinden birinde bir çocuk dünyaya  geldi. Bediüzzaman “Ben şefkat dersini annemden, hizmet, nizam  ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım.” (Necmettin  Şahiner, 41) demiştir.
Namık Kemal’in babası Müneccimbaşı  Mustafa Asım Bey’dir, Bediüzzaman’ın babası ile Sofu Mirza’dır. Namık  Kemal Osmanlı Aristokrasisi içinde bir ailenin çocuğu iken Bediüzzaman  bir Anadolu köylüsü idi, her köylünün yaşayışı onun da hayatıydı.
Her ikisi de hakperesttir,  haksızlığa karşı tavır alırlar. 
Namık Kemal’in dedesi Sofya’da vali  iken, valiliğe girenlerden yönetim para alır, Namık Kemal daha küçüktür  ve dedesine bu yapılanın haksızlık olduğunu söyleyerek onu eleştirir.
Bediüzzaman da hakperesttir, onun hayatı  sayısız hakperestlik örnekleri ile doludur. Hayatı Hakk’a saldıranların  önünde inanılmaz bir sed gibi geçmiştir, herkes aşılmış ama o hiçbir  zaman ne eğilmiş ne de aşılmıştır.
DİN-BİLİM-GÖZLEM-YORUM-SEVGİ-MUHABBET-İBADET  BİRLEŞİMİ
Küçükken medreselerdeki eğitimin insan  kişiliği ve bilgi alışı açısından baskıcı olduğunu kabul eder, insana  daha hürmetkâr bir eğitim tarzı için mücadele verir. Klasik medrese  tahsili içinde her zaman tavrını koyar, kabul görmese de yine o tutumunu  devam ettirir. Yıllar sonra geliştirdiği bütün hayatın genel alanlarına  göndermelerde bulunan bir özel eğitim tarzıdır. Risale-i  Nur, okuma ve yorumlama tarzı isteyenlerin fahri olarak katılığı  bir özel eğitim kurumudur, isteklilerin önüne yeni kapıların açıldığı  bir eğitim tarzıdır. Herkesin içindeki okuma zevkine göre yer aldığı ve  zevk almanın sonunda eğitici olduğu bir görülmemiş mekteptir Risale-i  Nur ve okumalar mektebi.
Bin yıldır Hıristiyan ve  Müslüman eğitim kurumlarının ortaya koyamadığı  din-bilim-gözlem-yorum-sevgi-muhabbet-ibadet sıralı büyük inkılâbı  yapmıştır. Kilisenin ve Caminin dayanamadığı materyalizmi darmadağın  edip bütün dinlerin beklediği adam olmuştur.
Namık Kemal de eğitime yeni yönelimler  getirme gayreti vardır. Onun de eserleri yasaklıdır, okuyanlar hakkında  ceza uygulanır. Harb okullarında, yeni mekteplerde, liselerde onun  yaşadığı dönemde eserlerini okumak yasaktır, hatta kitapları  yakalatanların okuma hakkına son verildiği de olmuştur.
Namık Kemal de Bediüzzaman da  çok yönlü eleştirmendir. 
Edebi, siyasi, dini, toplumsal birçok  alanda eleştiriler yaparlar. Hatta onların hayatı eleştirel bir hayattır  denebilir. Onlar gazete kürsülerinde sadece eleştiren rahat  entelektüel, eli sıcağa değmemiş, tatlısu eleştirmenleri değildirler.  Eleştirdikleri gibi, eleştirinin doğurduğu düşmanlıkları da  göğüslemişlerdir.
Bediüzzaman dini dolayısı ile ilahi  kurumları sarsan küfrü ve materyalizmi, ilmi ve tabiatçılığı  eleştirmiştir.
Namık Kemal devletin işleyişini,  hayattan kopuk edebiyatı, yalaka aydınları, rahat döşeğindeki yastığa  yorgana ve rahata mağlup aydınları eleştirir. “Ne utanmaz  köpekleriz, kimi görsek etekleriz” derken menfaat gördüğü yere  mitili atan aydınları eleştirir.
Yasak, hapis, tecrit, sürgün, zulüm hem  Namık Kemal’in hem de Bediüzzaman’ın hayatının en önemli öğeleridir.  Onların kişilikleri bu saydığımız şeyleri bir yayığın içinde maruz  kalmışlardır, oradan oraya itile kakıla büyük adam olmuşlardır. Zulüm ve  sürgün onların gıdası olmuştur.
Tahsilleri otodidakt bir tarzdadır, her  ikisi de özel eğitim ve kendi gayretleri ile kendilerini eğitmişlerdir.  Namık Kemal’in resmi tahsili bir yıldır, Dedesi Abdüllatif paşanın  yanında özel öğretim aldı. Her iki insanın önemli yönü sormak,  araştırmak ve öğrenmektir.
SİZ DE BENİM GİBİ TALEBESİNİZ
Küçük Said amirane söylenen en küçük bir  söze tahammül edemez, çok izzetlidir. Anlayış ve idraki fevkaladedir.  Medreselerde intibak edemeyince büyük biraderi Molla Abdullah’ın haftada  bir gün köye geldiği zaman ondan ders aldı. Her zaman merdane tavırları  ile dikkat çekerdi. Annesi Said’e hamile kalınca abdestsiz yere basmaz  ve onu bir gün olsun abdestsiz emzirmez. (N Ş 51) Hocalarının bile  tahakkümüne baş kaldırır. Kendini eleştiren Mehmet Emin Efendi’ye “Efendim  bu medresede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde  burada hocalık hakkınız yoktur.” (N Ş 52)
Abdurrahmanı Taği talebelere dikkat eder  ve “Bu Nurs’lu talebelere iyi bakın, bunlardan biri Din-i  Mübin-i İslamı ihya edecek. Fakat hangisidir ben de bilmiyorum”  der. (N Ş 54)
Her ikisi de muhalifti.1865’te  Şinasi’nin Paris’e gitmesi üzerine Tasvir-i Efkâr’ı tek başına devam  ettirdi. Yazıları idareyi eleştirdiği için gazete kapatıldı. 1867’de  Ziya Paşa ve Ali Suavi ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da muhalefet  gazetesi olan Hürriyet’i çıkardı. (1868)
Bediüzzaman siyasetle uğraştığı zamanlarda dahi genel kanonun dışında eğitim için koştu, yoksa siyasetle klasik anlamda uğraşmadı, ne yöneten, ne yönetilen, ne de kötü yönetim değil, her dönemde eğitimi ıslah yeni bir eğitim tarzının peşinde koştu. Namık Kemal ise hep siyasi düşündü, kötü yönetim ve yönetilmeyi eleştirdi, vezirlerle, padişahlarla savaştı.
Bediüzzaman siyasetle uğraştığı zamanlarda dahi genel kanonun dışında eğitim için koştu, yoksa siyasetle klasik anlamda uğraşmadı, ne yöneten, ne yönetilen, ne de kötü yönetim değil, her dönemde eğitimi ıslah yeni bir eğitim tarzının peşinde koştu. Namık Kemal ise hep siyasi düşündü, kötü yönetim ve yönetilmeyi eleştirdi, vezirlerle, padişahlarla savaştı.
Bediüzzaman tahsil yıllarında eğitim  uygulamaları ve ulema aristokrasisini beğenmedi, insanı kenara iten,  mantık ve muhakemeye sırt çeviren yapısından dolayı yeni bir yapıyı  tesis etmek istedi. Bu dönemlerde karşısında bir uygulama vardı, daha  sonraki yıllarda ise muhalefeti ilmin işleyişindeki hantallıktı, yeni  bir din algılama ve ilimler tahsili için çabaladı. İstanbul’a gittiğinde  imparatorluğun en büyük yeniliği dini algılamada ve eğitimde yapması  gerektiğini bilfiil gördü. Dini algılama ve yorumlamadaki farklılığını  göstermek için ulemaya kendini ispat etmek niyeti ile her soruya cevap  verdi.
Padişah ve çevresindeki donmuş  değerlendirme tarzları ile karşılaştı, anlaşılmadı, tımarhaneye kadar  gönderildi. Çünkü o ilimde ve ulemadaki sıralamalı hareket tarzını  benimsememişti, insanlar ancak bulundukları daire içinde vardılar, kimse  o dairenin dışına çıkamazdı, çıkan ancak deli olarak telakki edilirdi.  Bediüzzaman bütün bunları hiçe saydı, kılığı, kıyafeti, iddiacılığı,  fikirleri ile doğulu olan, Hürriyeti dağların başında anlamış biri  olarak padişaha nasihat etmek cüretini makul olarak telakki etti, bu o  günün şartlarında inanılmaz büyük bir gaftı ama o yolundan vazgeçmedi.
İLAHİ SAN’ATI MÜŞAHEDE
Namık Kemal’in hafızası güçlüdür. Necip  Fazıl anlatır: “Hafızasının harikuladeliğine misal, hocası Şakir  Efendi’den bir kere dinlediği koca kasideyi hemen ezberleyivermesi.  Çocuklukta bu müthiş hafıza kuvvetine ekseriyetle her büyük adamda  tesadüf ediyoruz.” (N F K, Namık Kemal 31) Gözlem gücü de artar: “Tek  başına geçirdiği hayal ve tahassüs anları, her tesadüf ettiği manzara  karşısında hayran bir düşünce hazırlığı, çocukluğuna göre keskin bir  müşahede kudreti, onun teşekkül halindeki ruh maktalarını gösterir.”(  aynı eser, 31)
Bediüzzaman da gözlem ve hafıza, tedai  olmadık derecede gelişmiştir, eserleri buna şahit olduğu gibi bir  hatırası da bunu ortaya koyar. “1950 senelerinden sonraydı Isparta’da  Üstadın hizmetinde bulunduğum zaman bir gün evin penceresinden  dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü “ve  iki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı  seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yaprakları aynıdır.  Her ikisinde de ilahi sanatı müşahede etmekteyim” diyerek bir  hatırasını anlatıyordu. Tefekkür bahsinde ise, “Kudretin  mucizatını seyrediyorum” diyordu. (N Ş. 48) Mucizat-ı  Kur’an’iye ve Mucizat-ı Ahmediye isimli eserlerinde bütün Kur’an tarihi,  ve İslam tarihini hiçbir kaynağa bakmadan haritasından seyreder gibi  okumak ve değerlendirmek, yorumlar yapmak görülmedik bir hafıza  genişliğidir.
Namık Kemal, ihtilalcıydı, Belgrat  ormanlarında Türkistan Erbab-ı Şebabı olarak bir ihtilal teşkilatı  kuruldu arkadaşları tarafından. Onların hedefi devleti tepeden inme bir  değişiklik ile yenilemekti. Ama devlet bunu haber aldı ve mensuplarını  sürgünlerle cezalandırdı.
Bediüzzaman hiçbir zaman sistemi karşısına almak, ihtilal yapmak gibi bir düşüncesinde olmadı. O hadd-i zatında devletle bir kavganın içine girmedi, hep bozuk da olsa düzenin içinden düzenin yenilenmesine inandı, radikal olmadı, düzene düzenin içinde yön vermeyi düşündü. O hiçbir zaman saldırmadı, sadece kendisine saldırıldı.
Bediüzzaman hiçbir zaman sistemi karşısına almak, ihtilal yapmak gibi bir düşüncesinde olmadı. O hadd-i zatında devletle bir kavganın içine girmedi, hep bozuk da olsa düzenin içinden düzenin yenilenmesine inandı, radikal olmadı, düzene düzenin içinde yön vermeyi düşündü. O hiçbir zaman saldırmadı, sadece kendisine saldırıldı.
NAMIK KEMAL VE YENİ OSMANLILAR
Namık Kemal, ihtilalcı idi. Devletin  kötü gidişinin yukardan aşağı yapılacak ihtilalla gerçekleşeceğini  düşünen bir ekibin içinde idi.”Nuri Bey Namık Kemal’i Cemiyet’e  kazandırmak azmiyle evine gitti. Namık Kemal evinde bazı arkadaşlarıyla  sohbet ediyordu. Kendisiyle görüşecek mahrem bir mesele olduğunu  söyledi. Başka bir odaya geçtiler, Orada Nuri Bey kısa ve heyecanlı  hatlarla davayı Namık Kemal’in önüne serdi. Nuri Bey’in anlattığı ve  katılmasını teklif ettiği cemiyet şairin ruhunda bir zamandan beri kendi  kendisine billurlaşan âleme aykırı gelmiyordu. Ertesi günkü görüşmede  konu daha etraflı görüşüldü. Nihayet Namık Kemal  Yeni Osmanlılar cemiyetine girmeye razı oldu.” (NFK 73)
Namık Kemal, Bediüzzaman’ın önünde bir  tecrübe idi, onun mücadele tarzını gözden geçirdiği, eserlerini okuduğu  ve onlardan yaptığı alıntılarla Namık Kemal’e bigâne olmadığı aşikârdır.  İki insan da imparatorluğun badireli, fırtınalı ve iyi idare edilmediği  birbirinin devamı olan dönemlerde yaşadılar. Her ikisi de iyi idare  edilmeyen devletin yaptığı yanlışları görüyordu. Namık Kemal siyasi bir  cemiyet ile mücadele etmeye inanmış ve Türkistan Erbab-ı Şebabı’na  katılmıştı.
Bediüzzaman hiçbir zaman bir cemiyet  kurmadı, hayatı boyunca mahkemelerde bir cemiyet ithamı ile yüz yüze  kaldı ama hiç kimse bir cemiyet ispat edemedi, onun cemiyeti müminler  arasındaki dini ve imani bağlılıklardı ki, onun ne kaydı vardı, ne  aidatı, ne de sistem veya idare edilenlerle bir kavgası. Ama Namık  Kemal’in davasının, idealinin yarıda kalmış ve hüsranla sonuçlanmış  olması muhakkak ona bir ibret dersi olmuş, belki Namık Kemal’in  tarzındaki yanlışlar onun daha sağlam adım atmasına neden olmuştur.  Çünkü Bediüzzaman Türk siyasi tarihini ve tarih içindeki mücadeleci  şahsiyetleri biliyor, onların tarzı dışında bir yol bulurken onların  başarısızlıklarından ders alıyordu. Bediüzzaman’ın Namık Kemal ile  mukayeseli literatüre com pare tarzında anlatmanın gayesi de bu idi.  Sonraki dönemde Osmanlıdan daha derin bir derin devlet anlayışı vardı,  Bediüzzaman’ın yaşadığı yirminci yüzyılın başından göçtüğü yıllara  kadar.
BEDİÜZZAMAN VE ASR-I SAADET 
Bediüzzaman kendinden önceki mücadele  eden adamların nasıl ezilip büzülüp tesirsiz hale getirildiğini  biliyordu. Bu yüzden adeta mücadele edenlere karşı büyük bir ezici baskı  ve vehim devri olan bu dönemde o kadar büyük engelli koşu içinde  yürüyüp bir davayı istediği noktaya getirme noktasından Bediüzzaman  Asr-ı Saadetten sonra en büyük stratejist idi. Onun dehası yanında  onunla yarışabilecek bir başkası olamaz.
Cemiyette vezirlerden, âlimlerden,  askeri idarecilerden, mülkiye memurlarından, halktan olmak üzere iki yüz  kırk kişi mevcut idi. Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa, yeni  Osmanlıların mücadelesini seyrediyor ve hükümetin aleyhine bir mektup  neşrediyordu, Genç Osmanlılar bu mektubu yayınladılar. Namık Kemal ve  arkadaşları, Belgrat Kalesi’nin Sırplara bırakılması, Girit ise  kaybedilmek üzere olmasından rahatsızdılar; Namık kemal hem yazıları hem  de fiili teşebbüsleri ile bir ihtilal çocuğu, fedai kemal diye  anılmaktadır. Ziya Paşa da Belgrat kalesinin Sırbistan’a verildiğini  yaşadığı tarihi kıymetleri ve on sekiz defa düşmandan alınmış bir kale  olduğunu, bu uğurda nice Türk çocuğunun kanını oluk oluk akıttığını  halkı şaşırtacak ve kışkırtacak bir tarzda ortaya döküyordu. Namık Kemal  ‘in yazısı olayı bir vatan olayına çevirdi. Devletin bu zayıflığı  anında Mısır Valisi İsmail Paşa, sultandan sultanlık derecesinde pay  koparmaya kalkan bir teşebbüste bulundu. Vali kendine aziz unvanı, arma  ve para bastırma hakkı istiyordu. Devlet bu olaylar karşısında yatalak  bir hastaya benzetiliyordu. Hükümet Muhbir gazetesini bir ay süre ile  kapattı. Ali Suavi tevkif edildi. Kastamonu’ya sürgün edildi. Namık  Kemal Erzurum vilayeti vali muavinliğine, Ziya Paşa ise Kıbrıs’a sürgün  ediliyordu.
BEDİÜZZAMAN’IN SÜRGÜN YILLARI  BAŞLIYOR
Bediüzzaman İstanbul’da milli mücadele  lehinde çalışmaları yüzünden Ankara’ya davet edilir. 1 Haziran 1922 ‘de  Ankara’ya geliyor, Ankara’da yeni kurulmakta olan devlete, devletin  başkanına bir mektup yazarak, kuruluş safhasında devletin Selahattin  Eyyübi gibi inşasını, Napolyon gibi inşa edilmemesini söyler. Aynı  mektubu mecliste okur. Ancak Ankara’da umduğunu bulamaz, Van’a gider.  1926 baharında Van’dan İstanbul’a getiriliyor, Antalya, Burdur, Isparta  ve nihayet Barla’ya getiriliyor. Bediüzzaman’ın sürgün yılları böyle  başlıyor.
Risalelerin telif 1927 de  başlanıp 1935’e kadar devam ediyor, çeşitli zulümlere uğrayan  Bediüzzaman ve talebeleri 25 Nisan 1935’de işlerinden alınarak tevkif  ediliyorlar. Ölmek için sürgün ettikleri bir büyük dehanın ortaya  eserler çıkarması baştakilerin hoşuna gitmiyor katmerli zulümler  başlıyor. 1935’in Nisan’ında Bediüzzaman tevkif ediliyor. Eskişehir’e  götürülüyor, tecrid-i mutlakta on bir ay geçiriyor.
HAPİSHANE VE SÜRGÜN
Bediüzzaman hapishanelerde büyük eserler  vücuda getirmiştir.
Kendisi anlatır : “Denizli  medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon  Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli Elhüccetüzzehra  olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i  azamı da İsm-i Azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden  Otuzuncu Lem’adır.” (Nesil 1, 797)
Sürgün, yetmemiş tutuklama, hapishane,  tecrit Bediüzzaman bu büyük kumpas içinde yine eser vermiş, kendisini  ispat etmiştir. Allah istedi mi zulüm, baskı, tecrit, hapis, sürgün  gıdaya dönüşür, Napolyon’un dediği gibi, “ zulüm dehaların  ekmeğidir” Bediüzzaman en çok zulüm gördüğü yerde en büyük  eserlerini vermiştir. İmparatorluklar kurmuş, bin yıl koca bir  coğrafyayı idare etmiş milleti sıradan değil adileştirmek için kurulan  komiteleri yanıltmıştır Bediüzzaman. Süleyman Nazif’in dediği gibi “Nasıl  zinde bir millet çıktı gördüm hasta sinenden” der. On altıncı  asırdan beri oyunlarla süflileştirilirmiş Anadolu ve İslam dünyasını  Bediüzzaman mayalamış ve zinde bir nesil ortaya çıkarmıştır.
Namık Kemal de artık siyasetten ümidini  mecburen kestikten Magosa sürgününden sonra en fazla eser vermiştir. O  günün yöneticileri onu muhalefet görevinden alıp Magosa’ya sürgün  etmiştir, o da bunu bir fırsat bilerek hayatının en önemli eserlerini  vermiştir.
[devamı gelecek…]
Namık Kemal de Bediüzzaman da menfaat adamı olmadılar hiçbir zaman. Onlar hayatları boyunca fikirlerinin ıstırabını çektiler, menfaatlerle sarhoş edilip eleştiri haklarını kendi elleriyle kesmediler. Kemal, Erzurum Vali Muavinliğine tayin edilir, gidiş tarihini çeşitli bahanelerle uzatırlar, özellikle para mazeretini ileri sürerler, Ali, Fuat ve Yusuf Kamil Paşa’lar Namık Kemal’e yardım olarak atiye bile teklif etmişlerdi. Paşalardan gelecek ihsanı zarafet ve asabiyetle reddeden Namık Kemal o zamanın Meclis-i Vala başkatibi Münif Paşa’nın babası Mahmut Paşa’ya şu mektubu gönderdi. Mektubun sonu şu cümlelerle biter: “Vükela-yı fiham (adı geçen vezirler) hazeratı tarafından inayeten tertib buyurulmakta olduğu tebşirat-ı vakıat-ı devletlilerinden müsteban olan atiyyeye hacet kalmadı” (N F K Namık Kemal, 86) Özetle Namık Kemal bakanların kendisine vermek istediği parayı reddeder, tam bir nezaketle. Bediüzzaman da ölünceye kadar eserlerinin parası ile geçinir, kimseden ne zekat ne iane alır, yüklü miktarda paralara bile itibar etmez. Mustafa Paşa’nın getirdiği altınları reddeder, “ Sen benim zekat almadığımı bilmiyordun mu ?” der. İkisi de çok özel adamdırlar.
 Bediüzzaman  ve Tanzimatçılar hem İslamcı, hem Osmanlıcı hem romantik ve  klasiktirler. Türk edebiyatı içinde ekoller ve gruplar, şahsiyetler  noktasında Bediüzzaman’ın fikirlerinin kısmen uyum içinde olduğu  Tanzimatçılar, daha sonra bazı müstakil sanatçılar, şairlerdir. Aslında  Bediüzzaman’ın bütün divan edebiyatı, halk edebiyatı, yeni Türk  edebiyatı, cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının bütün şahsiyetleri ile  bağlantıları vardır, fikirlerinin bu büyük muhitteki şahıslar ile  parelellikleri vardır, ama az ama çok. Bu trans kritik tarzı büyük  adamları anlatmak için özel bir ifade formudur.Bizde örnekleri neredeyse  yoktur, buna mukayese ve karşılaştırma denmez.
Namık Kemal,  Avrupa’ya kaçtıktan sonra siyasi af çıkınca İstanbul’a döndü.1870. İbret  gazetesini çıkarmaya başladı, on dokuz sayı sonra gazete kapatılarak,  Namık Kemal Gelibolu’ya sürüldü;orada mutasarrıf oldu.
Namık Kemal  birinci meşrutiyetin ilanından sonra idareyi karşı eleştirel tavrını  devam ettirir, bir jurnal üzerine tevkif edilir. Jurnalde, “Eşşeyü la  yüsenna fekat yüselleş” sözü dikkati çeker. Sözün manası iki padişah hal  olundu üçüncüsünün de hal olabileceğini ima eder. Altı ay tutuklu kalan  Namık Kemal ikamete memur olmak üzere Midilli adasına gönderildi. İki  sene Midille’de ikamet eden Namık Kemal nihayet Midilli Mutasarrıfı  oldu.
Namık Kemal  her şeye rağmen ümidini kaybetmez.Oğlu Ali Ekrem, Midilli’de iken  babasının yanındadır, henüz on yaşındadır. “Bir gece baba oğul bir  köşede otururken evde bir gürültü koptu. Merdivenlerden acele  acele çıkan ayak sesleri duyuldu. Sonra odasına üç efendi girdi, bunlar  kimdi, bilmiyordum. İstanbul’a gitmekte olduklarını, vapur Midilliye’ye  uğradığında babamı ziyarete geldiklerini öğrendim. Gelenler milletin  artık bittiğini, vatanın son nefesini vermek üzere olduğunu söylediler.  Ümitsiz insanlardı. Namık Kemal dinlemekte sabır gösterdikten  sonra birdenbire ayağa kalktığını , yüzü kıpkırmızı ve gözleri ateş  dolu. Lafa başladığında onların bütün iddialarını ve ümitsiz ruh  haletlerini çürüttüğünü, tarihten ve felsefeden birçok misal getirerek  vatanın ölmeyeceğini , mutlaka yaşayacağını ifade etti. “Bu vatanın  hayatına firavunlar bile   kastedemez. Bu milleti şeytanlar bile  öldüremez” Daha sonra oğluna da “Bu vatan ölmeyecek ve kendisini  kurtaracaktır, hürriyetini alacaktır, kim ne derse sen inanma. Yalnız  bana inan vatanımızın sonu emindir. Elbette bir gün gelecek bizim  vatanımızda da millet hakim olacak. Bugünü belki ben göremeyeceğim  Ekrem! Milletin kurtuluş bayramına belki ben kavuşamayacağım; lakin sen  göreceksin. Sen Türk milletinin kendi hürriyetini, sökerek, çekerek,  kopararak aldığını göreceksin. Ve hürriyet bayrağını taşıyacak  olanlardan biri de sen olacaksın!” (N FK , 118)
Bediüzzaman  da ümit dolu bir insandır, hayatının her safhasında ümitlidir ve onun da  ötesinde ümit aşılar.Ümitsizliğin bir kanser hastalığı gibi cemiyetin  her kesimini işgal ettiğini görür, İslam dünyasının geri kalmasının  nedenlerini ümitsizliğin yaygınlaşmasına bağlar. Ama ümit etmek için  hiçbir olumlu iş yoktur, bu yüzden farklı kesimlerden birçok aydın onun  döneminde ümitsizdir, yıkım içindedir. Namık Kemal’in Midilli’de  karşılaştığı tablo da bunlardandır. Van’da üniversite açmak ister, tam  gerçekleşeceği zaman harp çıkar, yarım kalır. İstanbul’da işgal  güçlerine karşı herkesin Istanbul’u zorunlu terk ettiği hengamda İngiliz  politikasını dağıtmak için eser yazar ve iki talebesiyle sokaklarda  dolaşarak tevzi eder. Her yanı işgal güçlerinin askerleri ile doludur.  Ama korku ve çekinmek onun tabiatında yoktur. Ankara hükümeti onu  kendinden istifade için çağırır, Ankara’da yeni Türkiye cumhuriyetinin  kurulacağı hengamda toplum mühendislerinin binayı inşa şeklini ve içinde  olması lazım gelenleri beğenmez, anlaşamazlar, yine bir ümit kırılması  yaşar, Van’a kendi dünyasına çekilir.Onda kırıp dökmeden çekilmek  esastır. O dönemde alınıp Barla’ya kadar ucu uzanan bir sürgün yaşar.  Orada Namık Kemal nasıl adalara sürgün edilmişse, o da Barla’ya sürgün  edilir. Orada dünyayı değiştiren eser külliyesini yazar, ümitlerin en  bittiği yerde dinin, devletin, insanlığın, çözülmüş tevhid dinlerinin  ümidi olur, 1956 da Gençlik rehberi mahkemesinde yüz yıllık rüya  gerçekleşir din hürriyetini Bediüzzaman tescil etmiştir, Namık Kemal  hürriyet şairidir, hürriyete kaside yazmıştır, kasidenin adı Hürriyet  kasidesidir. Bediüzzaman’ın Hürriyet kasidesi bütün bir Risale-i  Nur’dur. Eserlerini yeni harflerle baskıya verir, davasının galasını  yapmıştır, gözü Hz Yusuf gibi ahrettedir ve velveleli bir ölümle ahirete  göçer. Namık Kemal adalardaki sürgünlere dayanamaz ömrünün baharında 48  yaşında ölür, 1877’de sürgün edildiğinden 11 yıl sonra 1888’in  aralığında ölür.          
          Ölmeden görürsem millette ümid ettiğim feyzi
          Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun
Der. Ama  Bediüzzaman onun yapamadığını yapmış, bu milletin hem dini yaşama  istiklalini hem de siyasi ve ekonomik istiklalin zenbereği olan dini  kurtarmıştır. Helal olsun, sen mezarında Mutlu ol kemal, senin bayrağını  o aldı ve yerine koydu.
 Namık  Kemal’in sevdikleri ile Bediüzzaman’ın sevdikleri arasında da benzerlik  vardır. Bediüzzaman Yavuz Sultan Selim’i sever, ittihad-ı İslam fikrinde  onu kendinin selefi olarak kabul eder. İstanbul’da ilk talebelerinden  biri ile onun kabrine ziyaret için giderler. Ve orada talebesine şöyle  bir değerlendirmede bulunur. “Biz farklı düşünüyor idik, o bizi ikna  etti, onun dediği gibi hareket ettik” der. Bu düşünce yakaza türü bir  mecliste bir konunun, islama o günün şartları içinde hizmet etmenin  nasıl olacağı bahsinde bir grup mütemayiz insan arasında Bediüzzaman ve  Yavuz Sultan Selim de vardır. Söylenilen fikirler içinde onları bağlayan  Yavuz Sultan Selim’in kanaatleridir. İslam’ın mukadderatı ve stratejisi  konusunda bu insanlar ölü değil zaman zaman yine bir araya gelip  kararlar alıyorlar demektir. Onlar çok özel kul ve insan oldukları için  bizim gibilerin kurallarına bağlı değiller. Perde arkasında perdeye  yansıyan çok şey yine onların denetiminde oluyor.
Namık Kemal,  A. Hamit Tarhan’ın Yavuz Sultan Selim için yazdığı bir şiirine nazire  yazmıştır. Yahya Kemal’in Selimnamesi de Yavuz için yazılmıştır.  Girişlerde kelimeler aynı değil ama imajların hareket noktası benzerlik  taşır. Yahya Kemal, Yavuz’un Anadoludaki kargaşayı ve dini inşikakı  yatıştırmasının semavi bir hesap üzre olduğunu bundan dolayı Yavuz’un  görevlendirildiğini söyler ki, Yavuz Sultan Selim’in bir müceddid olduğu  kanaati de vardır. Gerçekten onun hizmeti Anadolu’da din birliğini  sağlamıştır. Eğer onun yaptıkları olması idi bugün özellikle doğu  anadolunun durumu çok farklı olurdu. Şiirin girişinde Yavuz’un celalli  mizacına göre ifadeler vardır.
     Mehabete mütehaccir misal-i hevl engiz
     Hilafete müteali sema-yı kudsiyet (Önder Göçkün, N. K. Ş. s, 27)
Namık Kemal,  islamın daha önce uğramış olduğu ayrılıkçı ve tahribkar hareketlerin  Yavuz Sayesinde tamir edildiğini , dinin uygulamasını yeniden  toparladığını ve toplumu yenilediğini ifade eder. Kemal Bey ibn-i  Kemal’e de tarizde bulunur.
      Hata  değil mi anı Şems-i asra benzetmek
      Eğerçi  saye-i memdudu sürdü az müddet (s, 28)
İbn-i  Kemal’in Yavuz’un saltanatını ikindi güneşinin kısa süreliğine  benzetmesini Namık Kemal beğenmez ve hata olarak kabul eder. Yavuz’un  saltanatı az sürmüştür ama çok kıymetli bir az süredir, devletin  itibarı, coğrafyası, ruhu adeta yenilenmiştir. Topraklar birkaç misline  yükselmiş, Osmanlı dünyanın o dönemde en haşmetli ve itibarlı devleti  olmuştur.
Kemal Bey de  tarihi sever Bediüzzaman da, Namık Kemal’in iki ciltlik müstakil Osmanlı  tarihi vardır. Ayırca Yükselme Devrini anlatan Devr-i İstila risalesi  vardır. Bediüzzaman, tarihe “maşuka-i vicdanım” diyen Namık Kemal’den  farklı olarak “Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en güzel şahittir”  der. Eserlerinde başarının arkasında duran tarihi örnekleri verir.  Bediüzzaman periyodik tarihci değildir, tarihi, İslami ve akaidi,  toplumsal prensipleri anlatırken yeri geldiğinde örneklemelerde  kullanır. İslam tarihini , peygamberler tarihini insanlığa ışık tutan  örnek vakalar olarak kabul eder, gerek ahlaki gerek fenni ilerlemelere  peygamber mucizelerini örnek gösterir. Yusuf Kıssa’sını anlatarak  ifffet’i anlattığı gibi, Hz Ali ve Hz Aişe arasındaki olayı da tarihte  olmadığı bir boyutta anlatır. Hz Ali’nin hilafeti noktasındaki bahiste  onun psikolojisinin farkını ortaya koyarak bahsi yorumlar. 19 Mektup  isimli eserinde Cenab-ı Peygamberin ASM hayatını mucizelerini,  savaşlarını, olaylarını, arkadaşlarını, mücadelesini, çok değişik bir  sentezle anlatır. O Bediüzzaman türü çok özel bir tarih anlayışı ile  kaleme alınmıştır, bugünkü tarih anlayışı ona göre bir merdiven  tırmanmaya benzer. Bediüzzaman’ın tarihi ise bir haritada dolaşır  gibidir, onun için çok özel bir zeka ve deha ve toparlayıcı sentezci  zeka gerekir. Namık Kemal ‘de tarihi bir ibret aynası olarak kabul eder.
Evrak-ı  Perişan isimli eserinde büyük tarihi portreleri verir. Bunlar Yavuz,  Fatih, Emir Nevruz, Selahattin-i Eyyübi’dir. Tanpınar’ın yorumuna göre  gerileme ve inhilal devrindeki Osmanlıya ders vermek için bu kitap  yazılmıştır. Padişahlara siz selefleriniz gibi hareket edin demek  ister.Bediüzzaman gerek yönetici gerekse halkın yenilenmesinde çok  farklı düşünür.
Namık Kemal,  ölünce Süleyman Nazif, babasına haber verir. Babası Namık Kemal  hayranıdır. “Millet dedi, millet dedi, millet dedi gitti” der. Namık  Kemal milleti eski haşmetli günlerine, hükümdarları büyük hükümdarlara  göre düşünmeye çağırır. Ama Bediüzzaman, milleti eleştiri ile yeniden  diriltmenin, bu klasik metodun sonuç alanmıyacak bir metod  olduğunu görmüştür. Kendinden önceki uygulamalardan. Osmanlı “kaht-ı  recül “ yüzünden devlet adamı yokluğundan yıkılışa geçmiştir. Son  dönemdeki sadrazamlar ve diğer vükela birçoğu yetersiz adamlardır. Bizde  yeni düzenlemeler ve sistemler, hatta rejimler ve partiler adam  yetiştirmemiştir. Cumhuriyet kurulmuştur ama büyük oranda memurları özel  yetiştirilmiş kişiler değildir, hepsi önceki dönemin kılık değiştirmiş  yöneticileridir, Yakup Kadri onların Osmanlı döneminin İstanbul  hükümetinin adamları olduğunu söyler. Yakup Kadri yeni tipler üretmek  istemişse de kültürü parçalanmış insan tipleri ortaya koymuştur.  Kafalarında din kültür sanat edebiyat tarih birliği olmayan yapay  tiplerdin bütün ortaya konan tipler. Halide Edip birazcık canlı tipler  ortaya koymuştur. Sinekli Bakkal daki tipleri gibi. Bediüzzaman büyük  dehası ile böyle toplama ve boyama türü adam tipinin yerine yeni bir  senteze varmış kafasında din milliyet dengesi olan, tarih, din,  edebiyat, felsefe ve sanata açık tipler ortaya koymak istemiştir.  Eserlerinde Üç bine yakın sanattan, estetikten, felsefeden kaynaklanan  kelime kullanan bir adamın topluma sanata dini çevrelere verdiği mezaj  daha anlaşılmıştır denemez. O hala bir eksenin etrafında yorumlanır. Bu  yüzden Bediüzzaman’ın risale okumaları, okumaya teşviki yeni bir nesli  dersanelerde üretmek içindir ve bunu büyük oranda başarmıştır. Tıpkı  Mevlana hazretleri gibi, tıpkı Nakşi ve Kadiri , Şazeli dergahları gibi  bir insan tipi üretmiştir. Bunlar istiklal harbinde büyük roller  üstlenmiştir, ama daha sonra sistem bu adamları bir kenara itmiş hatta  zararlı görmüştür.
Bediüzzaman  özellikle eserlerinde ve mektuplarında, ikili yazışmalarında bu insan  tipinin kurmak için çabalar, onlar arasındaki ilişkileri rabbani ,  nurani , ictimai yapılanmaya doğdu iter. Namık Kemal ve onlarca tip inşa  edenlerin yapaylıklarını görmüş en ideal olanı yapmıştır. Namık Kemal  ile bu yüzden aralarında büyük mesafe vardır. Namık Kemal vatan millet  hürriyet, adalet, gibi kavramları yüceltmiştir, ama bozulmuş deşejenere  olmuş bir muhitte bunları cilalamak bir şey yapmak olmamıştır.  Bediüzzaman her zaman bu tipi tohumdan almış ortaya insan tipleri  çıkarmıştır. Bediüzzaman’ın ortaya çıkardığı tiplerin büyük bir tarihi  zaruret olduğu Namık Kemal’den, Nazım Hikmet’e kadar bütün toplumsal  düşünen insanların insan tipleri üretmekteki başarısızlıklarından sonra  ortaya çıkar, böyle bir mukayese onun ne kadar harika bir deha olduğunu  gösterir. Yüz elli yıldır milliyetçiler, solcular, liberaller sadece  kavga ediyor, ama ideal bir tipi hazırlayan toprağı suyu, havayı ortaya  koymadıklarından kavga yukarıda cereyan ediyor, devlet yüzeli yılda  çöküşün eşiğine geliyor, işte Bediüzzaman’ın yaptığı yapılamayanı görüp  ortaya ideali çıkarmaktır ve bu büyük oranda başarılmıştır.
Bediüzzaman  ve Namık Kemal ‘in ortak noktalarından biri zulüme uğramalarıdır, zulüm  ve kahır çekmeleridir. Haşim’in ölmek üzerine bir şiiri vardır. Şair  gördüğü zulmü, anlayışsızlığı, kahrı bir şiir ile şiirsel bir intihar  ile ifade eder:
   Firaz-ı  zirve-i kahra vararak
   Oradan,  oradan
   Düşüp  ölmek istiyorum
   Cevf-i  ye’s-i aşinay-ı hüsrana
 Kahrın  zirvesine çıkıp oradan ümitsizliğe aşina hüsran çukuruna boşluğuna düşüp  ölmek istiyor, şiirdeki şahıs. O veya Haşim. Daha sonra gün battığı bir  vakitte , bütün sistemi bir kanlı gömlek gibi arkasına alıp intihar  etme sözünü duymadan oradan sistemle birlikte ölmek istiyor. Şairi bu  baskı ve zulüm büyük bir şair yapmıştır, onun hissettiği mana  derinliğini kimse hissetmemiştir.
Zülüm ve  aşağılanmak zatında çok kötü bir durumdur. Büyük insanlar zulümden ,  baskıdan istifade etmiş ve eserlerinin madeni yapmışlardır. Psikanalizde  baskı ve bastırma diye iki terim vardır. Baskı başkası tarafından  yapılan, bastırma ise kişi tarafından yapılan bir eylemdir. Her ikisi de  kişide yeni duyarlılıkları ortaya çıkarır, insan zihni üzerinde  istekler, hayal, beklentilerin baskısı vardır. Bunlar kişi tarafından  zevklere dönüştürülürse şahıs elindeki birikmiş enerjiyi boşa harcar,  ama onu düzenli bir irade ile idare ederse sanata dönüşür, araştırmaya  dönüşür, ilme dönüşür.
Bediüzzaman’ın  Afyon hapsi büyük bir zulme sahnedir. 1947 yılında başlamıştır Afyon  hapsi. Her safhası zulüm doludur. Faytonla kıra çıktığında dört beş gün  müddetince beş tayyare tarafından takib ediliyor. (Tarihçe-i Hayat, 528)  Denizli hapsinde bir ayda çektiği sıkıntıyı Afyon hapsinde bir günde  çekmiştir. Kendisine bütün bütün kanunsuz muameleler yapılmıştır.  Hapishanede tam yirmi ay kışın çok soğuk olan gayr-i muntazam bir koğuş  içinde yalnız bırakılarak tecrid-i mutlak içinde imha olunmasına intizar  edilmiştir. Kışın en şiddetli günlerinde hapishane pencerelerinin iki  milim buz tuttuğu zamanlarda zehir verilmiş, ihtiyar çok hasta haliyle,  aylarca ıstırap çektirilmiştir, ihtiyar çok hasta haliyle aylarca  ıstırap çektirilmiştir. Mübarek yatağında bir taraftan bir tarafa  dönemeyecek bir hale geldiği zamanlarda bile hizmetine , bir talebesi  olsun müsaade edilmemiştir. O korkunç şerait altında kendi kendine ölüp  gitmesi beklenmiştir. (Tarihçe-i Hayat, 532)
Bu zülmü  nasıl idare etmiştir, bakalım. Ölüm döşeğinde iken fırsat bulup  ziyaretine varabilen bir talebesine şöyle demiştir: “Belki hayatta  kalamayacağım, bütün mevcudiyetim vatan, millet, geçlik ve Alem-i İslam  ve beşerin ebedi refah ve saadeti uğruna feda olsun. Ölürsem dostlarım  intikamımı almasınlar.” (Tarihçe-i Hayat, 532) Zülmün enerjiye dönüşmesi  böyle işte, Bediüzzaman bu noktada doğmuş.
Dünyada hiç kimseye yapılmayan zulüm ve ihanet  Bediüzzaman’a yapılmıştır. (532) Bediüzzaman da insandır, dayanamadığı  noktada ağır ceza reisine hitap eder, bu nasıl bir zulüm vesikasıdır.  “Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı  alakamı kesmiştim. Şimdi o kadar manasız, luzümsuz tahakkümler içinde  hayat bana gayet ağır gelmiş yaşayamayacağım.    Bu tarz-ı hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi taleb  ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor, hapiste kalmak bana lazımdır.” (T H  554) Bu Afyon hapishanesi müdafaası her satırı zulüm okyanusu gibi,  insan bunu okurken ruhu burkuluyor, ağlamak dahi çare etmez. Bu hayatı  yaşayan insanın talebeleri rahat döşeğinde sorumsuz yaşayamaz. O neler  çekmiş biz ise ne çekiyoruz onun çektiği uğruna, düşünmek , sorumluluk  almak, kendini suçlamak, ondan ders almak bu işte.  
Kendine  yapılan baskıyı idare etmek olağanüstü, bir de bu baskı içinde  talebelerini idare etmek. Onlara Afyon mektuplarında şöyle hitab eder.  “Aziz, sıdık, sarsılmaz, sıkıntıdan usanıp bizlerden çekilmez  kardeşlerim”, “Aziz, sıdık, sarsılmaz, telaş etmez, ahireti bırakıp fani  dünyaya dönmez kardeşlerim.” 1949 Eylül’ü bir sabah Afyon  hapishanesinden tahliye edilir, bundan sonraki hayatı artık eski  zulümler gibi değil ama aynı kıratta olmayan bir zulüm devam eder. 
Namık Kemal,  Magosa’da dört yıla yakın kalmış, ama zulüm gördüğü yok, herkesten ilgi  görmüş, eser yazmış Mithat Cemal üç ciltlik 2200 sahifelik biyografide  bunları izah eder. Magosa’dan sonra Gelibolu sürgünü var, altı ay kadar,  altı ay da hapiste yatar, Midilliye sürgün edilir. Onu Midilliye sürgün  eden sözü bir başkası söyleseydi idam dahi edilebilirdi, padişahın hal  edilmesini isteyen bir ifade , ama yine yönetim onu orada iki yıl tutmuş  ve sonra mutasarrıf yapmış. Ondan sonraki hayatı onbir yıl geçmiş ve  sonunda İstanbul’u görmeden 1888 de ölmüş. Dört yıl da Avrupa’ya kaçtığı  yıllar, Namık kemal yirmi yıl sürgün, hapis, kaçış içinde ömrünü  geçirmiş, kırk sekiz yılın yarısı böyle geçmiş ve bu kadar itilip  kakılmaktan sonra erken yaşta dünyadan göçmüştür. 
Bediüzzaman  otuz yıl hapis ve baskı, kahır ve zulüm içinde yaşamaya mecbur edilmiş.  Ruslar onu Kostruma’ya sürgün etmiş, bizimkiler Barla’da ölsün demiş,  Ruslar Kostruma’da. Bunun dışındaki hayatı da mücadele ile geçmiş, otuz  beş yıl zulüm ve baskı, elli yıl mücadele ve dimdik ayakta, seksen beş  yaşında ölmüş. İşte iki adam işte iki hayat… Bediüzzaman’ın çektiklerine  bir isim vermek, yok böyle bir kelime, peygamber ve kariyar arkasından  bir yar kolay mı?
Namık Kemal  ile Bediüzzaman’ın bir ortak noktası da ikisinin de hem Osmanlıcı, hem  de İttihat-ı İslam’cı olmalarıdır. Said Nursi, İki Mekteb-i Musibetin  Şahadetnamesi isimli eserinde hürriyet kelimesi ve manası, uygulaması  üzerinde vurgu yapar. Orada Otuz Bir Mart hadisesindeki savunmasından  bahseder.Bediüzzaman’ın bu eserindeki konuşma tarzı, pervasız ve  kayıtsızlığı Namık Kemal’e benzer. Bediüzzaman itidalli bir adamdır ama  bu gürültülü bir itidaldir. Kırıp dökmez, ama varlığını da ortaya koyar.  Namık Kemal devri ile kendi devrini kıyaslar, Kemal’in devri istibdad  devridir, ama şimdi daha ileri bir baskı dönemidir. “Bu hükümet zaman-ı  istibdadta akla husumet ederdi, şimdide hayata adavet ediyor.  Eğer hükümet böyle olursa yaşasın cünun, yaşasın mevt! Zalimler için  de yaşasın cehennem…” (Eski S. D. Eserleri, 118) Kemal devrinde  istenmeyen insanlar sürgün edilirdi, Bediüzzaman’ın devrinde ise  insanlar idam sehpalarına gönderilir. Bu cumhuriyet ile istibdad devri  arasındaki dönemdir. 1900 ile 1922 arası. Bu tarihten sonra zulüm ve  istibdad daha da katmerli hale gelmiştir. Yüzyılın başından 21 yüzyıla  kadar dozu gittikçe artan bir zulüm, istibdad devri devam etmiştir. Bu  yüzyıl içinde başı rahat bir aydın ve düşünce adama görülemez, toplumsal  yelpazenin neresinde olursa olsun.
Bediüzzaman  daha aktif bir muhalif veya kendi tarzında bir eleştirmendir. Yazı  yazmakla kanaat etmez. İkinci Meşrutiyetin başında doğudaki umum şark  aşiretlerine başbakanlık vasıtası ile telgraf çekmiş ve onları  Meşrutiyet ve Yeni anayasaya muhalefet etmemek konusunda uyarmıştır.  “Meşrutiyet ve kanun-ı Esasi işittiğiniz mesele ise, hakiki adalet ve  meşveret-i şeriyeden ibarettir. Hüsn-i telakki ediniz, muhafazasına  çalışınız. Zira dünyevi saadetimiz meşrutiyettedir ve istibdaddan  herkesten ziyade biz zarardideyiz.” (aynı eser 120) Bediüzzaman Türk  siyasi tarihinde mutlakiyeti eleştirir, meşrutiyeti ve daha sonra  cumhuriyeti kabullenir ve yanlışlarını ikaz ederek düzeltmeye   gayret  eder. Namık Kemal ise sistemi yıkmak ve yerine yeni bir düzen kurmak  yanlısıdır. Türkistan Erbabı Şebabı denilen Jön Türkler’in niyeti budur.  
İkinci  Meşrutiyet sonrası İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti kurulur. Bediüzzaman 31  Mart ihtilalınde ifade verirken, bu derneğe kaydolup olmadığı konusu  kendine sorulur. Bediüzzaman, Vahdeti’nin kurduğu ve öyle algılandığı  bir siyasi cemiyet gibi değil kendi telakki ettiği bir İttihad-ı  Muhammedi cemiyetini savunur. “Benim murat ettiğim ve dahil  olduğum İttihad-ı Muhammedi ‘nin tarifi budur ki “Bu ittihadın cihet’ül  vahdeti ve irtibatı tevhid- ilahididir, peyman ve yenini imandır,  müntesipleri kalü bela’dan dahil olan umum müminlerdir, defter-i  esmaları da Levh-i Mahfuzdur. “ (E. S , D, E, 126)
Bediüzzaman  İttihad-ı İslam konusunda kendisi ile birlikte düşünen veya onun onların  arasında olduğu kişilerden bahseder. Bunlar arasında Namık Kemal de  vardır. “Elhasıl Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslam  fikrini kabul ettim. Zira o Vilayat-ı şarkiyeyi ikaz etti, onlar da ona  biat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede  seleflerim, Şeyh Cemalettin Efgani, allamelerden Mısır Müftüsü   Merhum  Muhammed Abdüh, müfrit alimlerden Ali Suavi , Hoca Tahsin ve ittihad-ı  İslamı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş: 
   “İhtilaf ü tefrika endişesi 
   Kuşe-i  kabrimde hatta bikarar eyler beni 
   İttihadken  savlet-i adayı defa çaremiz
   İttihad  etmezse millet dağdar eyler beni “(aynı eser 128)
Namık Kemal  ve Bediüzzaman hem Sultan Selim’i severler, Bediüzzaman ona biat  etmiştir. Hem de İslam ittihadı fikrinde beraberdirler. Bugün İttihad-ı  İslam fikri İslam dünyasında sınırlara dayalı değil ama menfaat ve  zararda birlik tarzında dirilmeye yakın gelmiştir. İslam dünyası batının  istilasından kurtulduktan sonra şimdi de kendi despot idarecilerden  kurtulmuştur. Bu hali ile daha çok bir ittihad-ı İslam fikrine  yaklaşmıştır. 
Bediüzzaman,  Namık Kemal ile zaman zaman ilgilenir. Münazarat’da şarktaki aşiretlerin  sorularına cevap verirken, bahis yine Namık Kemal‘e gelir. Olay kendine  sorulan bir soruya cevap ile başlar.”İnkılaptan on sene evvel (1898)  muteriz olduğun halde hükümete hücum edenlere dahi itiraz ederdin. Hatta  Selatin-ı Osmaniyeyi ifratla sena ederdin, hatta derdin” Muhtemeldir  Abdülhamit muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol  versin. Veyahut hata bir ictihad ile olabilir, bir gayrimakbul özrü  kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahbus gibidir.  Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem itiraz, hem hücum  ederdin, hem de bazılara karşı müdafaa ederdin?”
Cevap ;  İnkılaptan on altı sene evvel (1892) cihetlerinde beni hakka irşad eden  bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesid mesleği bana gösterdi. Hem o  vakitte K e m al ‘in Rüya’sıyla uyandım.” (E S D E , 288)Tanzimat  edebiyatcıları bazı özlemlerini rüyada görür ve yazarlardı. Ziya  Paşa’nın Rüya’sı , Ethem Pertev Paşa’nın Habnamesi gibi Namık  Kemal’in Rüya’sı da özlediği isteklerinin sanki rüyada  görülmüşüdür.Freud bu tür rüyalara gündüz düşü der. Sanatçıların  eserlerini de gündüz düşü olarak yorumlar.
Namık Kemal  Rüya isimli eserinde istikbal sabahına oranla mazinin uyku olduğunu  ifade ettikten sonra Boğaziçinde bir gece üzüntüsünü tasvir ediyor.  Tabiatın ve ruhunun garip ve acı hüznünü süslü, fazla samimi bir dille  anlatıyor. Rüyada eşsiz bir güzel hürriyetin timsali semavisi, cemaate  sözünü daha iyi duyurabilmek için yüksekçe bir kayanın üstüne çıkarak  ateşten bir heyecan kesilip söyler. Şunları söyler; Ey gaflet uykusuna  dalanlar, gözlerinizi mahşer sabahında mı açacaksınız?  Boynunuzdaki esaret zincirini ne vakit çözeceksiniz? Hakikatleri niçin  gör müyorsunuz? Fikirlerinizi uyandırmak için ihtiyar ettiğiniz  fedakarlık çarşaflarınızı yıkatmak için sarfettiğiniz paraya tekabül  etmez. Siz karnınızı doyurmak için evladınızı aç bırakmaya tevekkül namı  veriyorsunuz.
Hakikatleri  niçin görmüyorsunuz? Menfaatleri düşünüyorsunuz. Yüzünüzü okşayan temiz  elleri ısırmak, başınıza pence vuran murdar ayakları yalamak kendisince  melekatı rasihadan olmuş. Hapisten korkuyorsunuz, doğruyu  söylemiyorsunuz. Gölgenizden bile çekiniyorsunuz. Ne vakit  uyanacaksınız? Yarın ne olacağını bilemezsiniz. Hal maziye uygun  olmadığı gibi istikbal de hale muvafık olmayacaktır. Maziye değil atiye  bakınız. Hazırlanın Mazide aradığınız nedir? Kaybettiğiniz ömrümü nasıl  taharri edeceksiniz?
Namık Kemal  vatanın bu feyizli geleceğine baktıkça hayretinden sevincinden kendinden  geçer gibi olur ve uyanır. Bu rüyayı ömrünün safa sermayesi sayar.  (Namık Kemal’in Rüyası , Matbaa-i İctihad, 1908)
Bu Rüya  isimli eseri okuyan Bediüzzaman oradaki ikazlar doğrultusunda kendini  uyanmış olarak telakki eder. Hakikatleri görmek konusunda kendini  gaflette telakki etmiştir, bu eser onu uyandırmıştır. Mardin’de gördüğü  zatın siyasetteki muktesid mesleği ile Rüya onun ikazına neden olmuştur.  Bediüzzaman bütün hayatında siyasette iktisad mesleğini uygulamıştır,  bütün hayatını siyasi mücadele ve dedikodulara veren insanlar yanında  Bediüzzaman siyaset konusunda son sınırlı sözler söylemiş, siyaseti  yönlendiren genel prensipler üzerinde kısaca durmuştur. Meşrutiyet  dönemindeki partiler, Cumhuriyet dönemindeki Halk Partisi o günden  bugüne gelen siyasi görüşlerde, “Ben sevadı azama tabiiyim” diyerek,  halkı daima Muhammedi olarak ümmetin çoğunluk olduğu yere çağırarak  bölünmeleri ve koalisyon bunalımlarını engellemiş ve Türkiye’de  radikalizmin yerini hürriyetci demokrasinin almasını sağlamıştır. 
Bediüzzaman  Münazarat da Sultan Hamit karşısında olan insanların mezhebini  eleştirir, Kanuni Esasiye karşı olanları eleştirir. Dini bilmeyen  mutaassıp çevreleri eleştirir. Hülasa ne Namık Kemal gibi sultan Hamid’i  kıyasıya eleştirir, ne de anayasayı ve onu oluşturan çevreleri.  “Hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ile ehl-i tefrite rast geldim” (  E S D E , 288) Yani o ne aşırıdır, ne de tam tersi bir tutum izler.  Rüyanın ikazının bir yönünü kendi anlatır” İstibdad kendini muhafaza  etmek için herkese vesvese verdiği gibi beni inkılaptan on sene evvel  aldattı ki ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd o vesvese bir  iki sene zarfında zail oldu. Ta o vakitte anladım bizim ekser ahrarımız  –hürriyetçilerimiz- mutekid Müslümanlardır” (aynı eser 289)
Namık Kemal  bir meydan adamı idi, Bediüzzzaman da ilk dönemlerinde bir meydan adamı  idi. Meydan adamı şahsını ortaya atan, fikirleri ve hisleriyle bütün bir  milleti meşgul eden umumun dertleriyle ve dilekleriyle ortalığı  muttasıl heyecanlandıran, her gün bir umumi hava teneffüs eden müstesna  şahsiyetlerdir.Bediüzzaman İstanbul’a asrın başında gelinceye kadar doğu  bölgesinde de meydan adamı karakteriyle hep ön cephelerde, toplumun  önünde giden bir insandı. Genç hatta tıfıl bir adam birden Mustafa  Paşa’nın önüne çıkar onu hakka davet eder, aynı adam isyan etmeye hazır  toplulukların önüne geçer onları isyandan makul davranmaya davet eder.  Herkesin önünde abid gibi durduğu ceberutlara ayağı bile kalkmaz. Ama  İstanbul hayatından sonra o daima vitrinde görünmek dünya görüşünü  kalabalıklara aktaran bir adamdır. 31 Mart’da isyan eden taburların  önüne çıkan bir meydan adamıdır, bir itidal adamıdır. Milli Mücadele de  İstanbul’da İngilizlerin önüne çıkan onların siyasetini akamete  uğratmaya çalışan bir büyük meydan adamı, dava adamıdır. 31 Martta  mahkemedeki duruşu bir meydan adamı duruşudur. Cumhuriyetin arefesinde  Ankara’daki duruşları hep meydan adamı kimliği iledir. Savaşlarda ön  saftadır, o hiçbir zaman arkada kalmaz.O her zaman; 
    Haykırsam kollarımı makas gibi  açarak/Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
der. 
Eski Said  dönemindeki konuşmaları meydan adamı karakterlidir. Daha sonraki bazı  bahisleri de aynı özelliktedir. Mesela meslek cihetiyle Avrupa’ya meydan  okur, bizzat bu terimi kullanır.Hapislerde hücrelerde de olsa yine o  meydan okur ve meydan adamıdır.
 “Eğer  korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellallığımdan ve kuvve-i  maneviye-i imaniyeden ise , elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek  itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!Çünkü Rur’an-ı  Hakim’in kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün  Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile onların  fünun-ı müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalalarını zirü zeber  etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı  düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa  toplansa Allah’ın tevfiki ile beni o mesleğimin bir meselesinden geri  çeviremezler, inşallah mağlub edemezler.” (Külliyat, Nesil 1, 379) Çünkü  o bir milletin bir coğrafyanın değil bütün dünyayı kendine muhatab alan  bir noktada durmuştu, bu yüzden bütün hitabı insanlığadır. Bütün  düşünce gruplarınadır.
Namık Kemal  bir müceddiddi, ama dini bir müceddid değil tabii. O yeni kavramlar  getirdi, o yönü ile müceddiddi, Avrupanın bazı kavram ve  mefhumlarını dönemindeki insanların ve aydınların kalbine kadar işletti.  Mesela Arapçada ve Türkçede mevcut olan hürriyet kelimesini hür  sıfatından aldı. Bediüzzaman da hürriyet kelimesi üzerinde bütün  hayatında vurgu yaptı, kişisel hürriyet, evreni ve varlığı yeni  yorumlama hürriyeti,her türlü taassubdan uzak düşünme hürriyeti,  toplumsal anlamda din hürriyeti o bütün bunlar için çalıştı. Dağların  hür ortamını yıldızın kuşatılmış ortamına tercih etti,ekmeksiz yaşarım  hürriyetsiz yaşayamam dedi. Bütün hayatı boyunca düşüncesine vurulan,  insanlık tarihinde insanların düşüncesine, itikadlarına vurulan  kelepçeleri kaldırmaya çalıştı. Ve başardı, ordusu, kabilesi, silahi,  örgütü olmayan bir adam bir ülkele hürriyeti getirdi. Türkiye’de din  hürriyeti onun ile elde edildi, bugün kullanılan din hürriyeti ve  özellikle yaşama hürriyeti onun gayreti ile olmuştur. Namık Kemal  Hürriyet Kasidesini bir kavram için yazdı.
Bediüzzaman Namık Kemal’in Hürriyet  Kasidesi’ndeki bir beytini tahlil eder, bu arada kendi hürriyet  anlayışını ve Kemal’in hürriyet telakkisini eleştirir. “Evet, şu hürriyet perdesi  altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya  lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın  yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün; 
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Veyahut,
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?
Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Veyahut,
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?
Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Evet, imanlı fazilet, medar-ı  tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb  etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi,  acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak  tarzındadır. Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve  gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum.  Fakat nimet-i İlâhiyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:  
Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle,  ulûm-u imaniye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan  etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i  İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek,  hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i  gafletçe matlup olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim  bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski  hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i  Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum” (Lemalar  175)
Bediüzzaman bu kasidenin Sultan  Hamid’i eleştirmek için yazıldığını halbuki, 1923 den sonraki  uygulamaları eleştirmek için daha uygun olacağını söyler. ”O tokada  müstahak olmayan gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan“  der. Savuran Namık Kemal’dir, gayet mühim bir zat dediği ise Sultan  Abdülhamit Han’dır. Hürriyete engel olan bu dönemde o dönemden daha  çoktur. Bediüzzaman Osmanlı döneminde ülkenin büyük saygı gören bir  alimi, siyasisi, din adamı idi. Sultanlar safında yer aldı, onların  dostluğu ile oldu, Enver Paşa yazdığı kitabın kağıdını temin etti.  Ankara’ya istanbuldaki hizmetleri yüzünden çağrıldı, devrin hakimi ile  cumhuriyetin yeni kılığının ne olması konusunda konuştu. Ama Van’a  çekildikten sonra 1956 ya kadar her türlü istibdad üzerinde denendi,  Allah onu korudu, başladığı işi, bu milletin din hürriyetini elde etti  ve ihtilalle birlikte öteye göçtü. 
Namık Kemal  milletin hürriyetine kavuşması istedi ama ,Bediüzzaman gibi kökten  başlayıp köhnemiş itikad eksersizleri yerine batı felsefe ve ilmi  karşısında yeni iman eksersizleri getirerek milleti o şekilde  yenileyemedi, kökü yenilenen itikad yeni insanlar ortaya  çıkaracaktı.Bunların Bediüzzaman yaptı. Ona gelinceye kadar bütün  yeniliklerin bozuk bir deriye cila olması gibi tutmayışı her şeyin başı  “bütün ulum-ı hakikiyenin menbaının iman olmasından” dolayı o mesaisini  iman üzerine kurdu. Namık Kemal hep siyasiler ile dalaştı, sistemle  kavga etti, bozulmuş bir yönetim cihazı içinde hangi sistem tutardı ki  bu yüzden yönetme erkini kaybetmiş ve yönetilemeyecek şekilde dejenere  bir toplumun farkında olmadı veya oldu da metodun yanlışlığı onu bir  köşede ölmeye mahkum etti. 
Namık  Kemal’in İttihad-ı İslam adı altında 27 Haziran 1872’de İbret’de bir  yazısı yayınlanır. Bu makalede savunulan fikirler ile Bediüzzaman’ın  mücadelesi ve onun sonucu ve günümüz arasında ciddi bağlantılar vardır.  Namık Kemal döneminde İslam ittihadı fikrinin umumi bir gaye olduğunu  söyler, “Devlet-i Aliyenin zuhurundan beri bir takım eazımın  efkarını işgal eden ittihadı İslam şimdi maksad-ı umumiden olduğunu  görüyoruz.” (Mustafa Nihat Özün, Namık Kemal ve İbret Gazetesi, 74)  Namık Kemal bu maksadın meydana çıkması ile olacakları anlatır. “Bu  maksad bir kere hasıl olursa iki yüz milyon kadar nufuz dadarane   ve  yekvücudane birbirinin terbiye-i efkar ve muhafaza-i  menafine çalışacaklarından Asya için ne revnaklı bir devri saadet zuhura  geleceği tarife muhtaç değildir” (75)
 